TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Başbakanın bu ayın başında yaptığı Nijer ziyareti
sırasında çıkan haberleri pürdikkat izledim. Nijer’e gittiğinde de, “her çift üç çocuk yapmalı; üç de yetmez beş çocuk yapmalı” türü meşhur konuşmalarından birini yapacak mı diye merak içindeydim. Okuyanların hatırlayacağı gibi geçen “Ahkâm Keseri”ni, Sayın Başbakan’ın son Almanya gezisi sırasında, [çiftler acilen üçer çocuk yapmaya başlamazsa] 2037’ye kadar Almanya gibi oluruz [maazallah] demesinden aldığım ilhamla yazmıştım. Nüfusun genç olmasına ne kadar meraklı olduğunu “ben Almanya’nın bugün geldiği duruma gelmek istemiyorum. Nüfusumuzun genç kalmasını istiyorum” sözleriyle dile getiren Erdoğan bu konuya, dünyanın en genç nüfusuna sahip olan ülkesi olan Nijer’e yaptığı ziyaret sırasında da değinir belki diyordum. Zaten bu çocuk sayısı ile ilgili tavsiyelerini Bosna’ya yaptığı dış gezide de (hatta Bosna için çıtayı beşe çıkartarak) tekrarladığı için, Nijer gezisinden de umutluydum ben.[1]
Gerçekten de Nijer, demografi temalı konuşmalar yapmak için özellikle uygun bir yer. Bir kere, dünyanın en genç nüfuslu ülkesi. 2010 itibarıyla, Türkiye’de 28 (Almanya’da 44) olan ortanca (medyan) yaş Nijer’de sadece 15. Nüfusun bu kadar genç olmasının sırrı da, 7,10’luk (2010) değeriyle dünyanın en yüksek doğurganlık oranına sahip olması.[2] Dolayısıyla yüksek doğurganlık ve genç bir nüfus arıyorsanız Nijer’den daha iyi bir örnek yok. Sayın Başbakanın Türkiye (üç) ve daha sonra Bosna (beş) için koyduğu asgari çocuk sayısı hedeflerini net biçimde aşmış ve bu sayede dünya üzerindeki en genç nüfuslu ülke olmuş. Üstelik de Müslüman. Yani Nijer’de ülkenin yüksek doğurganlık oranlarına ve “genç ve dinamik” nüfusuna takdirini bildiren bir konuşma yapıp; Nijer’i bu yönleriyle örnek göstermesi sürpriz olmazdı. Ancak Zaytung’da çıkan bir şaka-manşeti (bit.ly/13hLqpi) saymazsak, Nijer’de nüfus ile, çocuk sayısı vs. ile ilgili bir şey söylediğine dair bir habere rastlamadım.
Bu sessizliği, dünyanın en yüksek doğurganlık oranına sahip ve en genç nüfuslu ülkesi olan Nijer’in, aynı zamanda dünyanın en yoksul ve en az gelişmiş ülkelerinden biri olmasından kaynaklandı muhtemelen. Ben İktisat ve Toplum için –Başbakanın oraya gideceğinden henüz haberim yokken– yazdığım son iki yazıda Nijer’i, yüksek doğurganlık ve genç nüfusun karın doyurmadığının en iyi örneği olarak göstermiştim.[3] Gerçekten SAGP’ne göre Türkiye’dekinin yirmide birine; Almanya’dakinin ise ellide birine denk düşen kişi başına reel milli geliriyle Nijer, en yoksul Türk’ün dahi hayal bile edemeyeceği boyutlarda bir yoksulluk içinde çırpınan bir ülke.
Tabii yüksek doğurganlık ile yoksulluğun beraber olması Nijer’e özgü bir durum değil. Bu ikisi arasında genel olarak çok güçlü bir korelasyon ve etkileşim olduğunu biliyoruz. Hangisinin diğerinin nedeni olduğu gibi konulara burada bir daha girmeyeceğim. Sadece petrol vb doğal kaynak zengini olmayan bir ülkede, yüksek doğurganlık hızı ile yüksek gelir/yaşam standartlarının bir arada mevcut olmasının imkânsız olduğunu bir kez daha hatırlatacağım. Esasen Twitter veya e-posta yoluyla iletilen, yahut sözlü sohbetlerde paylaşılan görüşlerden anladığım kadarıyla, önceki iki yazım bu imkânsızlığı yeterince ikna edici biçimde vurgulamış. Yalnız, çiftlerin 3+ çocuk yapmasının eğitimsiz ve işsiz nüfusu artırmak suretiyle sorunları büyüteceğine ikna olsalar da, bazı okurların kafası, Türkiye’nin etnik bileşiminin değişmesini engelleyici bir rol de oynayacağını ileri süren görüşler yüzünden biraz karışmış. Bu yazıda, biraz bu görüşlerin geçerliliğini tartışayım ve bunu daha genel bir çerçevede yapayım diyorum.
Öncelikle vurgulayayım: Dünyanın bir köşesindeki bir ülke ya da bölgede yaşayan
Doğurganlık oranı yüksek bir azınlığın nüfus çoğunluğunu ele geçirmesi
için kaç yıl gerektiği, daha doğurgan olan azınlığın çoğunluğu ele geçirmesinden sonra neler olabileceği gibi konular doğal olarak spekülasyona çok açık. Çeşitli etnik ya da dini azınlıkların veya göçmen grupların nüfus payının gelecekte nasıl seyredeceği ve bu seyrin ne gibi toplumsal, ekonomik vs. sonuçları olacağı gibi konularda, ciddi demografik projeksiyonlara dayalı çalışmalar yok değil. Ama bunlardan çok daha fazla şehir efsanesi; cahilce ve hatalı yöntemler kullanılarak ama bilimselimtrak bir jargon ile yapılan sözüm ona analizler veya –daha kötüsü– zenofobik, ırkçı veya dinsel fanatizm güdülü spekülatif iddia ve senaryo var ortalıkta. Bunlarla ilgili görüş ve gözlemlerimi şöyle sıralayabilirim.
Birincisi; dünyanın her yerinde, etnik/dini azınlıklar ya da göçmen toplulukları, ilgili toplumda çoğunluğu oluşturan gruplara kıyasla daha yoksul, daha az eğitimli ve dolayısıyla daha yüksek doğurganlık oranlarına sahip olma eğiliminde. Almanya’daki (ya da Hollanda’daki, Belçika’daki vs.) Türkler, Türkiye’deki Kürtler, Fransa’daki (ya da İngiltere’deki, İspanya’daki vs.) Araplar, Israil’deki Filistinliler, ABD’deki Latinler ilk akla gelen örnekler ama bunlara başkalarını eklemek de mümkün.
İkincisi; bir azınlığın belli bir yıldan itibaren çoğunluk haline geleceği senaryoları tipik olarak, daha yoksul, daha az eğitimli ve daha doğurgan olan azınlığın nüfusunun, çoğunluğu oluşturan gruptan daha hızlı artacağı ve bunun süreklilik arz edeceği varsayımına dayalı. Bu şehir efsaneleri ve yarı-bilimsel sözüm ona analizler tipik olarak, iki grubun yaşam beklentileri, bebek ve yetişkin ölüm oranları arasındaki farklar, göç olasılığı vb. faktörleri dikkate almıyor ve doğurganlık farkının, doğrudan nüfus artış hızı farkına dönüşeceğini varsayıyorlar. Daha vahimi, bu doğurganlık farklarını abartıyor ve bunların, azınlık nüfusunun çoğunluğu yakalayıp geçmesine kadar geçecek olan on yıllar boyunca süreceğini kabul ediyorlar. (Oysa ki toplumlar –ve bu arada içlerindeki azınlık grupları– zaman içinde zenginleşip, geliştikçe doğurganlık oranları da kaçınılmaz biçimde düşüyor.)
Üçüncüsü; bunları ciddiye alanlar hiçbir zaman eksik olmuyor ama hayat bu aşırı basitleştirilmiş, sözüm ona analizlerin yanlış olduğunu gösteren bir sürü kanıt sunuyor aslında. Bunların yanlışlığından kastettiğim, sadece nüfus çoğunluğunun bir gruptan diğerine geçiş zamanının birkaç yıl sapma ile tahmin edilmesi gibi küçük teknik hatalar değil. O azınlığın hiçbir zaman çoğunluk olamayacağının anlaşılması gibi büyük çaplı, topyekûn çuvallamalardan bahsediyorum.
Dördüncüsü; belli bir zaman diliminde gözlenen doğurganlık farklarına dayalı zenofobik, ırkçı veya dinsel fanatizm güdülü paranoyak spekülasyonların çuvallamasının en büyüğü, bunların korktuğu sonuçların, nüfus dengelerinin değişmesini beklemeden ya da bu dengelerin düşündürdüğünden farklı biçimde gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkıyor. Mesela bir bakılıyor ki yüksek doğurganlık hızı sayesinde çoğunluktaki grubun yerini alacağından korkulan grup, daha o demografik süreç tamamlanmadan çoğunluktaki grupla kaynaşmış ve ötekileştirilemez hale gelmiş. Yahut ekonomik ya da siyasi güç sayısal çoğunluğa sahip olanlarda değil; azınlık gruplarında toplanmış.
Şimdi izninizle bunları örneklerle biraz açayım. Birinci maddede doğurganlığı yüksek azınlıklara verdiğim örnekler arasında saydığım Arapların, yüksek doğurganlık oranları sayesinde bir gün nüfus çoğunluğunu ele geçirip Avrupa’yı “Avrabistan”a (Eurabia) dönüştüreceğine dair şehir efsanesi, bilimsel(imsitrak) yayın, sözüm ona stratejik analizin miktarı bile akıllara durgunluk verecek boyutlarda. 11 Eylül’den sonra iyice artan
Avrupa bir gün Avrabistan ‘a mı dönüşecek?
endişesi ve zaman içinde Paris’teki marketlerin yerini, açık baharat ya da helal et satan kasap dükkânlarının, şık café’lerin yerini de, nargile içilen kahvelerin alacağı korkusunun yarattığı bu literatürün, Türklere ilişkin versiyonu da var. Nitekim özellikle Almanya’nın çok uzak olmayan bir gelecekte tümüyle Türkleşeceğinden korkanlar az değil. Hatta sırf Müslüman oldukları için Türkler’i de Avrabistan’ı oluşturacak azınlığın parçası olarak görenler de var. Giderek, Arapların, Türklerin vs. bu hızla üremesinin aslında Avrupa’yı ve Batı uygarlığını içerden fethederek İslamlaştırmak ve yok etmek üzere tasarlanmış büyük bir planın parçası olduğu; Türkler ve Arapların bu amaca hizmet etmek üzere, görev bilinciyle çocuk yaptıkları; Avrupalıların da içinde bulundukları “gaflet uykusundan” uyanıp acilen çocuk yapmaya başlamamaları halinde Batı medeniyetinin elden gideceği iddialarıyla iyice uçuklaşan bu görüş açısının tipik bir özeti şu videoda bulunabilir: http://bit.ly/8z2YiD . Bunların daha ciddi ve daha bilimsel gözüken versiyonları da var kuşkusuz ama ben aklı başında düşünür/yazarların ve kuruluşların “Avrabistan Saçmalıkları (Eurabian Follies)” diye adlandırdığı bu görüşlere daha fazla yer vermek istemiyorum.[4] Avrupa’daki Araplar ve Türkler arasında, kendiliğinden ya da bazılarınca vazedildiği için, üreyerek Müslüman nüfusunu artırmanın misyonu olduğunu vehmeden küçük bir grup gerçekten olsa bile, büyük çoğunluğun bunları ciddiye almadığını ya da farkında bile olmadığını; nüfus dinamiklerinin bambaşka faktörler tarafından biçimlendirildiğini biliyoruz. Nitekim bizim üniversitedeki Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde (SPM) çalışan genç yardımcı araştırmacılarımız Hüseyin Zengin ve Arzu Akkuş’un topladıkları veri ve bilgiler, Almanya’daki Türklerin nüfusunun artmak şöyle dursun; istikrarlı biçimde azaldığını gösteriyor (mesela bit.ly/W7Qo2B veya bbc.in/feGzqe).
Gerçekten de 2008’den sonra küresel krizin kendi ülkelerinde yarattığı sorunlardan kaçan yabancıların krizden etkilenmeyen Almanya’ya koşması yüzünden bu ülkedeki yabancı nüfusu arttığı halde, Türklerin nüfusu bu yıldan sonra düzenli olarak düşmüş. Evet, Almanya’daki Türklerin doğurganlık hızı 2,40’lık değeriyle hala Almanya’nın 1,38’lik oranının ciddi ölçüde üstünde olduğu halde, Türklerin nüfusu azalıyor. Üstelik de bu, ikinci, üçüncü ve sonraki kuşak Türklerin doğurganlık oranlarında, (özellikle de kadınların) eğitim düzeyi ve gelirlerinin artmasını takip eden(/cek) düşüşü beklemeden gerçekleşen bir azalma. Neden mi gerçekleşiyor? Kısmen Alman vatandaşlığına geçen Türkler yüzünden. Ancak asıl neden, Türkiye zenginleştikçe, Almanya’dakinden daha cazip iş fırsatları yakalayacağını veya sıkıntısız bir emeklilik hayatı yaşayacağını düşünerek Türkiye’ye dönen Türklerin sayısının artması. İş şimdiki zamanda gözlenen doğurganlık farklarıyla bitmiyor yani. Bu farkların zaman içinde azalmasının kaçınılmaz olması bir yana, doğurganlıkla doğrudan ilgisi olmayan dinamikler çoğunluğu ele geçireceğinden korkulan grupların küçülmesine yol açabiliyor. Benzer eğilimlerin, zaman içinde Avrupa’daki diğer göçmen grupları için de ortaya çıkmasını beklemek yanlış olmaz.
Benzer biçimde, 2,11’lik doğurganlık oranı beyazlarınkinden (1,84) halen de bir miktar daha yüksek olan siyahların (Afrikalı-Amerikalıların) ABD’de çoğunluğu ele geçireceği spekülasyonu çokça (ırkçılığın daha yaygın olduğu geçmiş dönemlerde daha çok olmak üzere) yapıldığı halde, siyahların toplam nüfus içindeki payı hala 1880’deki yüzde 13’lük değerinin altında. Bu payın 2050’de de şimdikinden çok farklı olmayacağı tahmin ediliyor. Ancak bence asıl önemli soru, yüzde 12-13 arası nüfus payının siyahların azınlık olması anlamına gelip gelmediği. Unutmayalım ki ABD’de üst üste iki defa seçilen bir siyah başkan var. Yani azınlıkların yüksek doğurganlık oranları sayesinde çoğunluğu ele geçireceğinden korkanların korkusu, o azınlıkların siyasi gücü ele geçirmesinden kaynaklanıyorsa, Obama’nın seçilmesi bu işlerin sayısal çoğunluğu gerektirmediğini gösterdi. Obama seçildi; çünkü ona beyazlar, Latin asıllı, Asya-kökenli vs. Amerikalılar da oy verdiler. Üstelik de bunu yaparken, Obama’nın cilt rengi farklı bir “azınlık” üyesi olduğunu düşünmediler. Onlar için Obama, topluma liderlik yapmaya uygun niteliklerle donanmış, iyi eğitimli bir Amerikan vatandaşıydı. Esasen nüfus çoğunluğuna sahip olmak, bir toplumsal grubun siyasi gücü elde etmesi için gerekli ya da yeterli olmadığı gibi; ekonomik güce sahip olması için de gerekli ya da yeterli değil. Nitekim böyle olmadığını gösteren bir sürü örnek var. Yine Amerika’dan örnek vermek gerekirse, bir dini azınlık olan Yahudiler, nüfus içindeki paylarından beklenmeyecek bir ekonomik güce sahipler. İspanya’da Bask’ların nüfus payı devede kulak ölçeğinde ama kişi başına geliri en yüksek olanlar da yine Basklar. Keza Katalanlar için de, Bask’lar mertebesinde olmasa da benzer bir durum söz konusu. Öte yandan, mesela Bangladeş’te nüfusun yüzde 98’i Bengalli ama İspanya’da yüzde 5’lik Bask azınlıktan olmakla Bangladeş’te Bengalli çoğunluğun parçası olmak arasında tercihi sorulan hemen herkes birinciyi seçer sanırım.
Velhâsıl-ı kelâm, Türkiye’de doğurganlık oranının 3+’ya çıkmasının –gerçekleşmesi halinde–nüfusun etnik bileşiminin (kendilerinin arzu etmediği biçimlerde) değişmesini de engelleyeceğini sanarak destekleyenlerin yeniden düşünmesi lâzım. Bunun ırkçı imalarını tümüyle bir kenara bıraksak bile, demografik dinamiklerin işleyişi öyle “ülkenin doğusunda doğurganlık yüksek, batısında düşük; dolayısıyla doğuda yaşayanlar şu kadar yıl sonra çoğunluk olur” türü sığ akıl yürütmelerle kavranacak kadar basit değil. Açıkçası bu akıl yürütme, şu Çin’in dünya nüfusunun beşte birine ulaştığı sıralar anlatılan soğuk fıkradaki “asla dörtten fazla çocuk yapmam” diyen adamınki ile aşağı yukarı aynı sofistikasyon düzeyinde. Hani “neden dört?” sorusuna, “doğan her beş çocuktan biri Çinli oluyormuş ama ben çocuklarımdan birinin Çinli olmasını istemiyorum da o yüzden” cevabını veren adam var ya, ondan bahsediyorum.
Hadi Nijer ile başladım; Nijer ile bitireyim. Gerçekten bütün iş, sadece şu andaki doğurganlık oranlarına bağlı olsaydı, dünya 22. Yüzyılda Nijer hâkimiyetine girerdi ve bu da absürt ötesi bir durum olurdu bence. Ancak bu benim akıl yürütmem. Bunu beğenmeyip de “dünya hâkimiyeti tek bir millete nasip olacaksa, 7,10 doğurganlık oranı ile Nijer dururken, bunun 1,38’lik doğurganlık oranı ile Almanya’dan bekleyecek değiliz ya!” diyenler varsa bilemem.
[1] Erdoğan Eylül 2012’deki Bosna ziyareti sırasında “Bosna Hersek'in nüfus artış hızı çok düşük. Bunu Bosna Hersek'in artırması lazım ki genç ve dinamik bir nüfusa Bosna Hersek sahip olsun. (…) Ben Türkiye'de '3 çocuk' diyorum ama burada en az 5 çocuk olması lazım” demişti (bit.ly/RUfs9c).
[2] Bir ülkede doğurganlık yaşlarının sonuna kadar hayatta kalabilen bir kadının, doğurması beklenen ortalama çocuk sayısı olarak tanımlanan bu oran Türkiye’de 2,10 ve benzemekten korkmamız gerektiği söylenen Almanya’da 1,38 mertebesinde.
[3] “Nüfusu ‘genç ve dinamik’ ama Türkiye bir Alexmanya değil!” (No. 26, Aralık 2012) ve “Bu çift üç çocuk yapmış: Bu iş bulmuş, bu okula gitmiş… Bu da ‘hani bana, hani bana‘ demiş!” (No. 21-22, Temmuz-Ağustos 2012) başlıklı yazılar. İlgili sayıları kaçıranlar, bu yazıların metnine serdarsayan.net ya da Tepav üzerinden bit.ly/Y3KNPT adresi yoluyla ulaşabilir.
[4] Bu literatürün güzel bir taraması ve değerlendirmesi için Justin Vaisse’nin yazısına bakılabilir: bit.ly/13EnTih .
* Bu yazı İktisat ve Toplum Dergisi'nin birleşik Ocak 2013 sayısında (No. 27) yayınlanmıştır.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024