TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Ankara’nın en güzel gözüktüğü zaman
ne zaman sorusuna başkaları ne cevap verir bilmiyorum. Bu soruya verilecek cevaplar, İstanbul fanatikleri arasında çok popüler olan “hiçbir zaman” cevabından tutun; sonbaharda/ilkbaharda gibi mevsimsel tercihleri vurgulayan yahut sıkça duyduğum Gökçek-öncesi ya da -sonrası türü dönemsel tercihleri öne çıkaranlara kadar değişebilir. Benim favori cevabım “Mısır’dan dönüşlerde” şeklinde.
Gerçekten de Mısır’a, çoğu üyesi olduğum Kahire-merkezli bölgesel araştırma ağı Economic Research Forum’un (ERF) toplantılarına katılma amaçlı olmak üzere, bir sürü seyahat yaptım. 1998’deki ilk seyahatimden itibaren, Mısır’dan dönüşlerimi izleyen günlerde, Ankara’nın saldırgan ve hoyrat sürücülerle dolu kötü yollarını; çirkin apartmanları ile kalabalık ve çamurlu kaldırımlarını; kışın iyice kötüleşen kirli havasını vs. nispeten daha az rahatsız edici buldum hep. Kuzey Amerika ya da Batı Avrupa’nın güzel ve düzenli kentlerine yaptığım seyahatlerin hemen ertesinde “neden burada yaşamak zorundayım sanki?” diye hayıflandığım Ankara, Mısır dönüşlerimde o kadar da fena gözükmedi gözüme. Beterin beteri varmış deyip Ankara’yı daha benimsedim. Algılarımızın göreliliği ışığında, şaşırtıcı bir durum değil bu. Yalnız bu yılın Mart ve Haziran aylarında (sırasıyla Kahire ve İskenderiye’ye) yaptığım iki Mısır seyahatimin zamanlaması, bir takım karşılaştırmaları daha çarpıcı hale getirdi. Bu seyahatlerde gördüklerim sadece Ankara’yı ne ölçüde yaşanabilir bulduğuma dair düşüncelerimi etkilemekle kalmadı; nüfus artışı ile yoksulluk/kalkınma etkileşimi konusunda daha derinlemesine düşünmeme de yol açtı. Bu seyahatlerde,
Nüfus artışı ile ekonomik büyüme/gelişme süreçlerinin etkileşimi
konusunda çok ilginç gözlemler yapma şansı buldum. Bu yazıda, bu gözlemlerimin bazılarını paylaştıktan sonra, ülkelerin çeşitli ekonomik göstergeleriyle, nüfus artış hızları arasındaki ilişkiyi ele alacağım. Daha özel olarak, bu nüfus artış hızlarını belirleyen en önemli demografik değişkenlerden biri olan doğurganlık oranıyla, ülkelerin gelişmişlik durumu arasındaki ilişkiden söz edeceğim. İsteyen buradan sayın Başbakan’ın çiftlere en az 3 çocuk (sonradan 5’e çıktı ya) yapma tavsiyesinin ekonomik açıdan akılcı olup olmadığı ile ilgili dersler çıkarabilir. Bu dersleri çıkarmaya üşenenler de üzülmesin. Biraz sabırlı olurlarsa Türkiye için çıkarılacak derslerin bazıları ile ilgili ahkâm kesme işini de başka bir yazıda yapacağım.
Mart ayında Kahire’ye ve Haziran’da İskenderiye’ye yaptığım yolculukları daha öncekilerden farklı kılan şey, bunların hemen öncesinde Türkiye’den çok daha zengin ve müreffeh ülkelere yaptığım seyahatlerdi. Mart ayında Kahire’ye gitmek üzere yola çıktığımda, bir süredir İtalya’nın Toskana bölgesinde bulunuyordum. Mısır’a İtalya’dan (Türkiye’ye uğramadan) geçtim. Toskana’nın doğal ve kentsel güzelliklerinde yansıyan zenginliğiyle huzur dolu tenhalığından sonra Kahire’nin kirli ve kalabalık sokaklarına alışmam, bu kente Ankara’dan gittiğim zamanlara göre biraz daha sarsıcı oldu doğal olarak. Doğal olarak diyorum çünkü bu, satın alma gücü paritesine (SAGP) göre yıllık ortalama kişi başına gelirin 30.000 dolardan fazla olduğu bir yerden, 6.000 dolar civarında olduğu bir yere gitmek anlamına geliyordu. Yani İtalya’dan Mısır’a uçmakla, bulunduğum ortamın birkaç saat içinde en az beş kat yoksullaşmasına tanıklık etmiş oldum.[1] Bu uçuşla aynı zamanda, doğurganlık oranının 1,4 olduğu İtalya’dan, 2,8 olduğu Mısır’a varmış oldum. Yani doğurganlık oranı İtalya’ya kıyasla iki kat yüksek olan Mısır, bu ülkeden beş kat daha fakir. Bu da doğal, çünkü Mısır’da ekonominin istihdam yaratma hızı, nüfus ve dolayısıyla işgücünün artış hızına yetişemiyor. Gençler arasında işsizlik norm halinde. Yaşam standartları son derece düşük. İtalya’da okur-yazarlık oranı yüzde 99 ve yeni doğmuş bebekler için yaşam beklentisi 82 yıl iken; Mısır’da okur-yazarlık oranı sadece yüzde 66 ve bebeklerin yaşam beklentisi de 73’te kalmış. Üstelik gelir –ve dolayısıyla refah– düzeyiyle yüksek doğurganlık oranları arasındaki bu ters ilişki, Mısır-İtalya karşılaştırmasına özgü, tesadüfî bir durum değil. Bu iddiamı destekleyici kanıtları sunmaya geçmeden önce, daha da çarpıcı gözlemler yapma fırsatı veren son İskenderiye seyahatimden de söz edeyim.
İskenderiye’ye, Başkanı olduğum Middle East Economic Association (MEEA) adlı profesyonel kuruluşun 12. yıllık bahar/yaz konferansı için gittim. Aslında bu konferansı 2011 Mart’ında yapmayı planlamış; ancak Mübarek’e karşı gösterilerin yoğunlaşması yüzünden, bu yıl 25-27 Haziran tarihlerinde yapılmak üzere ertelemiştik.[2] Sonunda bu yıla kalan İskenderiye yolculuğu, iki haftalık bir ABD seyahatinden dönmemden birkaç gün sonrasına denk düştü. ABD’deki iki haftanın Boston’da geçen birkaç gün dışında kalan kısmı, Kaliforniya’da Silikon Vadisi ve civarında geçti. 80.000 dolar civarında olan kişi başına yıllık ortalama geliriyle Vadi, ABD’nin geri kalanını ikiye, İtalya’yı ise neredeyse üçe katlıyor. Dolayısıyla Silikon Vadisi’nden, kişi başına gelir ortalamasının 6.000 dolar olduğu İskenderiye’ye gidişim, yüksek bir zenginlik trampleninden, derin bir yoksulluk havuzuna balıklama dalmak gibi oldu. Gelir dağılımının da bozukluğu yüzünden, 82 milyon kadar Mısırlının en az yüzde 15’inin (2005 fiyatlarıyla) günde 2 dolardan az reel gelire sahip olduğunu düşününce, dalışın derinliği daha iyi anlaşılır sanıyorum. Ancak bu yolculuk aynı zamanda, nüfus yoğunluğunda da müthiş bir artış anlamına geliyordu. Ülkenin ekonomik kapasitesine kıyasla zaten çok yüksek olan nüfusun yüzde 98’i, ülke topraklarının çöl olmayan yüzde 3’lük bölümüne sıkıştığından, Mısır’ın fiili nüfus yoğunluğu her bir kilometrekarelik ekilebilir araziye 2.500 kişinin üzerinde.[3] Böyle olunca da, Kaliforniya’nın Santa Cruz’undaki ünlü lunapark dahi, metrekareye gece yarısından sonra bile beş insanın düştüğü İskenderiye caddelerinden daha tenha kalıyor.
Gerçekten de, İskenderiye havaalanına indiğinizde, dikkatinizi çeken ilk şey rutin pasaport kontrolü işinin üç ayrı memur tarafından yapılması. Türkiye ya da İtalya’da tek memurun yaptığı iş, ciddi bir nüfus (ve işgücü) fazlası sorunu olan Mısır’da üç kişiye istihdam yaratma bahanesine dönüşmüş.[4] Havaalanından çıktığınızdan itibaren de, Mısır’ın gerçekten ne kadar kalabalık olduğunu fark ediyorsunuz. Cadde ve kaldırımlar, günün her saati tıkalı olan trafikte ilerlemeye çalışan, bir kısmı hayli eski arabalarla ve her yaştan, oldukça mütevazı kıyafetler giymiş insanlarla dolu. Bu, sabahın ilk ışıkları göz kırparken bile böyle. Üstelik o saatlerde sokaklarda olanlar, çılgınca eğlenerek şehrin gece hayatının tadını çıkartan insanlar falan değil; çok çocuklu aileler dâhil, gündüz saatlerinde gördüklerinize benzer kalabalıklar. Benim izlenimim, normal şartlarda benzer büyüklükte üç şehre yetecek nüfusun bir tek İskenderiye’de toplanması yüzünden, halkın üç vardiya yaşar hale geldiği.
Günün her saati dolu ve hareketli olup, bir türlü tenhalaşmayan bu sokaklar, bir süre sonra insanı (en azından benim gibi dışarıdan gelenleri) yoruyor ve bunaltıcı gelmeye başlıyor. Şahsen benim insan ve/veya araç kalabalığı ortasında kalıp ilerleyememe, hapsolma hissi yüzünden cidden daraldığımı hissettiğim anlar oldu kesinlikle –ki Mısır’a kıyasla çok daha vahim bir nüfus fazlası sorunu ve ona paralel yoksulluk yaşadığını bildiğim Hindistan’ı gözümün önüne bile getiremiyorum. Bazıları zaten çok dar olan sokakların iki yakası boyunca birbiri üstüne yaslanacak şekilde inşa edilmiş; sıvası dökülmüş; boyası aşınmış; 10-12 katlı, üst üste dizilmiş konteynerlere benzeyen ve küçük dairlerinde kalabalık ailelerin yaşadığı (dışarı asılan çamaşırlardan anlaşılan) apartmanlar bu bunaltıcılık halini daha da bariz hale getiriyor. Kum fırtınalarının getirip, bunların dış yüzeylerini kaplayan sıva pütürcüklerinin arasına yapıştırdığı kum rengi yamalar da, bakımsız binaları olduklarından daha da harap gösteriyor. Sonuçta, şehri hatta ülkeyi en iyi tanımlayan üç sıfatı söylemem istense; aklıma gelen ilk ikisi, hiç tereddütsüz kalabalık ve yoksul oluyor.
Açıkçası bu durum, yani tanımlamaya çalışırken
Kalabalık ve yoksul
sıfatlarını birlikte kullanmak isteyeceğimiz yegâne ülke Mısır değil. Aksine, nüfusun büyüklüğü daha doğrusu artış hızı ile ülkelerin kişi başına gelir dâhil çeşitli yaşam standardı ve refah göstergeleri arasında gayet sistematik ve ters yönlü bir ilişki var. Nüfusun artış hızını (ölüm ve göç oranları ile birlikte) belirleyen başlıca değişkenlerden biri de doğurganlık oranı. Nüfus artışı ile kişi başına gelir arasında zaman içinde yön değiştiren bir ilişki var. Tipik olarak ülkeler, önce nüfusun Malthusgil dinamiklerle hareket ettiği ve nüfuslarındaki artışın, milli gelirdeki artışları izlediği bir evreden geçiyor. İnsanların karınları doydukça daha hızlı üredikleri bu aşamayı geride bıraktıkları yıllar, ülkeden ülkeye değişiyor. Günümüzün en gelişmiş ülkeleri bu evreyi en erken –ve çok uzun zaman önce– tamamlayıp, nüfus artış hızının, milli gelir arttıkça düştüğü demografik geçiş sürecini başlatanlar. Yani bunlar nüfusun artış hızının, zenginleşmeye paralel olarak düştüğü ülkeler.
Bu ülkelerin hızla zenginleşmeye başlaması, sanayi devrimlerini gerçekleştirmelerinden sonra, faktör verimliliğindeki artışları kalıcı kılmaları sayesinde oluyor. Bu artışları mümkün hale getiren de emek, sermaye ve toprağın verimliliğini artıran teknolojik yeniliklerin üretimde kullanımı. Teknolojik yeniliği sürdürülebilir kılacak kurumsal altyapıyı oluşturmaları da, bu ülkelerin faktör verimliliği artışlarına dayalı ekonomik büyüme ve zenginleşme süreçlerinin devamlılığını sağlıyor. Ülke zenginleştikçe, nüfus artış hızı, kalite ve erişim açısından iyileşen sağlık hizmetleri sayesinde düşen ölüm oranlarına rağmen yavaşlıyor. Bu yavaşlamayı mümkün kılan unsur ise doğurganlık oranlarındaki kararlı düşme. Bir ülkenin doğurganlık oranı, o ülkede çocuk doğurma yaşlarının sonuna kadar hayatta kalabilen bir kadının, o yaşa kadar doğurması beklenen ortalama çocuk sayısı olarak tanımlanıyor.
Doğurganlıktaki düşme, tipik olarak, kadınların eğitim düzeyi ve işgücüne katılım oranında, ülkenin zenginleşmesine paralel olarak gözlenen artışlara bağlı. Doğum kontrol yöntemleri hakkındaki farkındalığı ve bunlara erişimi kolaylaşan kadınlar, daha iyi eğitim almak ve kariyerlerinde ilerlemek için daha az çocuk yapıyor. Ancak, bu sadece kadınların kişisel gelişim tercihlerinin bir sonucu değil. Verimlilik artışları yoluyla sağlanan ekonomik büyüme sayesinde zenginleşen toplumlardaki ailelerin arzuladıkları ve ihtiyaç duydukları çocuk sayısı fakir, köylü toplumlardaki kadar fazla değil. Bu ikinci tür toplumlarda, genç yaşta ölüm oranlarının yüksekliği, hayatta kalarak aileye ekonomik destek sağlaması umulandan daha fazla çocuk yapmayı zorunlu kılıyor. Çok çocuk yapmak, yaşlılıklarında geçinmek için dayanabilecekleri kurumsal güvenceleri olmadığı için yaşlılıklarında kendilerine bakacak evlatlara muhtaç kalacak olan anne-babaların da kullanacağı bir risk azaltma stratejisi. Oysa gelişmiş ülkelerde, genç yaşta ölüm oranlarının –sağlık hizmetlerinin yüksek kalitesine bağlı olarak– çok düşmesi bu kaygıları geçersiz kılıyor. Esasen bu ülkelerde çok sayıda işçiye de ihtiyaç duyulmuyor. Bu toplumlarda, az sayıda ama iyi eğitilmiş ve beceri kazanmış, bol miktarda makine ve ekipman (yahut fiziki sermaye) ile ve yüksek teknolojileri kullanarak çalışabilecek işçilere ihtiyaç var. Dolayısıyla insan kaynağı (yahut beşeri sermaye) ihtiyacının hızlı nüfus artışı yoluyla değil, kaliteli eğitim yoluyla karşılanması hedefleniyor. Bu yüzden de, bugün Sayın Başbakanın tavsiyesine uyarak üçer, beşer çocuk yapan Türk ailelerinin çocuklarının ezici çoğunluğu, daha az çocuk yapan gelişmiş ülke vatandaşı ailelere doğan yaşıtları kadar katma değer üretemeyecekler gelecekte. Bu konulara dair daha fazla ayrıntıyı, bir başka yazıda ele almak üzere, sizi aşağıdaki grafikleri incelemeye davet ediyorum. Grafikler
Doğurganlık oranı ve çeşitli refah göstergeleri
arasındaki ilişkiyi resmediyor. Şekil 1’deki grafik 153 ülke için 2010 yılı verileri ışığında, doğurganlık oranı ile SAGP’ne göre kişi başına reel GDP değerleri arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Şekle eklediğim, bir anlamda 153 ülkenin ortalamasını yansıtan eğilim çizgisinden[5] çıkan mesaj çok açık: Bir ülkede doğurganlık oranı ne kadar fazlaysa, yüksek bir kişi başına gelir (ve dolayısıyla refah) düzeyine sahip olma olasılığı o kadar düşük. Yukarıda andığım ülkelerden ABD ve İtalya’nın doğurganlık oranları sırasıyla 2,1 ve 1,4 iken, kişi başına yıllık reel gelirleri (SAGP) de yine sırasıyla 42 bin ve 27 bin dolar civarında. Türkiye yine 2,1’lik doğurganlık oranı ile, yılda 11.200 dolarlık bir kişi başına reel gelir düzeyine sahip. Mısır’ın kişi başına gelir düzeyi ise 5.000 doları biraz geçmiş. Doğurganlık oranı 7’yi geçen Nijer’deki yıllık kişi başına gelir rakamı sadece ve sadece 626 dolar. 6,3’lük doğurganlık oranı ile Mali ise, 1.000 doları birazcık geçebilmiş. Bunların hepsi 2005 sabit fiyatlarına göre hesaplanmış, enflasyon etkisinden arındırılmış değerler.
Şekil 1. Doğurganlık Oranı ile SAGP’ne Göre Kişi Başına 2005 Fiyatları ile Reel GSYİH İlişkisi 2010
(Kaynak: Dünya Bankası’nca yayınlanan veriler)
Şimdi; tahmin ettiğim eğilim çizgisi denklemi, Türkiye gibi 2,1’lik doğurganlık oranına sahip olan ülkeler için, bu orandaki her 0,1 puanlık artışa karşılık kişi başına reel gelirde 800 dolardan fazla düşüş beklememiz gerektiğini ima ediyor. Türkiye’nin 2005 fiyatları ile hesaplanan kişi başına reel gelirinin (SAGP) 11.200 dolar olduğu düşünüldüğünde, doğurganlık oranının 2,1’den 2,2’ye çıkması durumunda yaşanacak 800 dolarlık düşüş yabana atılır bir rakam değil. Aşağı yukarı yüzde 7’lik bir düşüşe tekabül ediyor. Yani; evlenen çiftlerin çoğunluğu tavsiyesine uyup da, doğurganlık oranını gerçekten 3’e doğru yükseltmeye başlasa, Türkiye’nin ne kadar fakirleşeceğini birilerinin Sayın Başbakan’a anlatması lazım. Nüfusun yaşlanmasını önleme falan gibi gerekçelerle, doğurganlık oranını artışını teşvik etme tavsiyelerini kendisine kim yapıyorsa, ya sayı saymayı bilmiyor; ya da nüfus bombasının patlaması halinde son 10 yılın bütün ekonomik kazanımlarını nasıl silip süpürebileceğinin, Türkiye’yi nasıl hızla üçüncü dünyalılaştıracağının farkında değil demektir.[6]
Yüksek doğurganlık oranlarının üçüncü dünyalılaşma anlamına geleceği fikri nereden mi çıkıyor? Merak eden aşağıda verdiğim üç grafiğe baksın. Şekil 2 ve Şekil 3’te, bir ülkedeki doğurganlık oranı ile o ülkedeki sağlık ve eğitimin kalitesi arasındaki ilişkiyi gösteriyorum. Kullandığım eğitim ve sağlık endeksleri Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) geliştirdiği endeksler. Bunlara http://bit.ly/dkC7sz adresinden erişmek mümkün. Eğitim endeksi, toplam nüfusun yıl cinsinden ortalama eğitim düzeyi ile çocukların alması beklenen eğitim süresi, okur-yazarlık oranı ve GSYİH’dan eğitime ayrılan payı dikkate alarak hesaplanıyor. Sağlık endeksi ise, 5-yaş altı ölüm oranı, doğum anındaki yaşam beklentisi ve GSYİH’dan sağlığa ayrılan pay hesaba katılarak hesaplanıyor. Eğilim çizgilerini ben tahmin ettim.[7]
Şekil 2. Doğurganlık Oranı ile Eğitim Endeksi ilişkisi 2010
(Kaynak: UNDP ve Dünya Bankası’nca yayınlanan veriler)
Şekil 3. Doğurganlık Oranı ile Sağlık Endeksi ilişkisi 2010
(Kaynak: UNDP ve Dünya Bankası’nca yayınlanan veriler)
Şekil 2 ve 3’teki grafikler fazla ek söze hacet bırakmıyor zaten. Doğurganlık oranımızın artmasından vazgeçtim, yeterince hızlı düşmemesinin bile zaten feci durumda olan göstergelerimizi (özellikle eğitimde) ne hale getireceği açık. Son olarak Şekil 4’te verdiğim grafikle bitiriyorum. Şekil 4’teki grafik de buraya kadar anlattıklarımı özetliyor aslında. Burada kullandığım insani gelişmişlik ölçütü, UNDP’nin açıklanması her yıl merakla beklenen endeksi. Ülkelerin üç temel alanda yani vatandaşlarına 1) uzun ve sağlıklı bir yaşam, 2) bilgi ve eğitim, ile 3) düzgün yaşam standartları sağlama konusunda eriştikleri seviyeyi ölçüyor. Eğilim çizgisinin[8] bariz biçimde negatif olan eğimi, “doğurganlık oranı yüksek ülkelerin insani gelişmişlikte ileri sıralarda yer alma olasılıkları düşüktür” diyor temel olarak. Eh, bu da bizi şaşırtmaması gereken bir önerme sanırım.
Şekil 4. Doğurganlık Oranı ile İnsanî Gelişmişlik Endeksi ilişkisi 2010
(Kaynak: UNDP ve Dünya Bankası’nca yayınlanan veriler)
Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin birleşik Temmuz-Ağustos 2012 sayısında (No. 21-22) yayınlanmıştır.
[1] İtalya’dan Mısır’a direk gitmek yerine, kişi başına gelirin SAP ortalama 15.000 dolar olduğu yalnız ve güzel ülkeme uğrayıp, Kahire uçağına Ankara’da birkaç gün geçirdikten sonra binseydim; bulunduğum ortamdaki kişi başına gelir ortalaması bir anda yüzde 20’ye düşmek yerine, önce yarıya, sonra da bu miktarın yüzde kırkına inmiş olacaktı. Yani yoksulluğa daha yumuşak bir geçiş yapmış olacaktım.
[2] Esasen Mübarek’in sonunun böyle olmasının ardında yatan aslî başarısızlık da, uzun diktatörlüğü döneminde Mısır’da nüfus artış hızını düşür(e)memiş olmasıdır bence ama bu başka bir yazı konusu.
[3] Bu rakam Türkiye’de 300; İtalya’da 200, ABD’de 180 civarında.
[4] Hatta ABD’de herkesten dört farklı parmak izi alma ve kamerayla resminizi çekme işini de kapsayan pasaport kontrolü sürecini, tek memur, üstelik de Mısır’daki rutin evrak ve bilgisayar kaydı kontrolünden daha kısa sürede yapıyor.
[5] Grafiği çizerken, kişi başına gelir düzeyleri açısında uç örnekler olan Katar’ı (doğurganlık oranı 2,3; kişi başına geliri 83 bin dolar) ve Lüksemburg’u (doğurganlık oranı 1,6; kişi başına geliri 69 bin dolar) almadım. Tahmin ettiğim eğilim çizgisinin denklemi şeklinde ve R2 değeri 0,67.
[6] Bu farkındalığı edinmenin en kısa ve keyifli yolu dünyaca ünlü bilim adamı ve hatip Prof. Hans Rosling’in TED konuşmalarını dinlemek. Şekil 1’de bir tek 2010 yılı verilerini kullanarak anlatmaya çalıştığım hikâyenin zaman boyutu da eklenerek ve çok keyifli bir üslup ve nefis görsellerle Hans Rosling tarafından anlatılan iki versiyonu şu adreslerde: http://bit.ly/9cgziO (“Hans Rosling on Global Population Growth” başlıklı yaklaşık 10 dakikalık video) ve http://bit.ly/MrPAWn (“Hans Rosling on Population Growth” başlıklı yaklaşık 3 dakikalık video).
[7] Şekil 2’deki eğilim çizgisinin denklemi şeklinde ve R2 değeri 0,63. Şekil 3’deki doğrusal eğilim çizgisinin denklemi ise şeklinde ve R2 değeri 0,69.
[8] Şekil 4’deki eğilim çizgisinin denklemi şeklinde ve R2 değeri 0,73.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024