TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Her seçim (yahut tercih) aynı zamanda bir vazgeçiştir
lafını biliyor musunuz? Bir totoloji, yani tanım gereği doğru olan bir ifade gibi gözükür: Karşı karşıya olduğumuz iki (veya daha fazla) alternatiften birini seçmemiz (tercih etmemiz), zaten diğer(ler)ini seçmediğimiz (tercih etmediğimiz) anlamına gelir. Seçmediğimiz ya da tercih etmediğimiz alternatifler de aslında vazgeçtiklerimizdir bir anlamda. Böyle bakıldığında malumu ilan eden (dolayısıyla lüzumsuz) bir ifade gibi gözükse de, ben severim bu lafı. Severim çünkü hepimizi durmaksızın değişik alternatifler arasında tercih yapmaya zorlayan bu hayatta, her seçimimizin -bazen doğrudan görünmeyen ya da kestirilemeyen- bir takım fedakarlıklara yol açtığı gerçeğini veciz biçimde hatırlatır. Mesela bir yol ayrımına geldiğimizde karşımızdaki iki yoldan birini seçmemiz, diğer yöne giden yolun bizi götüreceği yer ya da hedeften vazgeçmemiz; bu yer ya da hedefi feda etmemiz demektir genellikle. (Genellikle diyorum çünkü bazen yollar ilk çataldan sonra tekrar birleşir. Ama bu durumda bile çatalın bir tarafındaki yolu seçmek, en azından varılacak noktaya diğer tarafındaki yoldan yolculuk yaparak ulaşma deneyiminden vazgeçmek anlamına gelir.)
Ben aslında bu ayki yazımda, "farklı toplumlar için nelerin lüks, nelerin ihtiyaç olduğunu nasıl saptarız?" gibi, bana sorarsanız süper ilginç olan bir soruyu ele alacaktım ama geçen sabah, "yoksa bireylerin çeşitli alternatifler arasında nasıl seçim (ya da tercih) yaptığı ile ilgili bir şeyler mi yazsam?" diye düşünerek uyandım. Muhtemelen yaklaşan milletvekili seçimleri dolayısıyla günde yaklaşık 237 defa işitmeye başladığım "seçim" (ya da "tercih") sözcüğünün bilinçaltıma kazınmasının yol açtığı bir ilham sapması oldu diye düşünüyorum. Ama yazımın konusuna ilişkin karar değişikliğimin asıl nedeni, dikkatimi, deneysel iktisatçı Dan Ariely'nin daha önce de sözünü ettiğim kitabında anlattığı bir deneye çeken bir sohbet oldu. Ariely'nin yakınlarda Akıldışı Ama Öngörülebilir başlığı ile Türkçeye de çevrilen kitabında anlattığı, bireylerin tercih yapma davranışları ile ilgili bu deneyi ben de çok ilginç buldum. Bu yazıda bireylerin tercih yapma davranışı ile ilgili ahkâm keserken, seçimler/tercihler ve vazgeçişler ile feda edilenler ve hayat üzerinde uzun ve derin düşünceleri tetikleyebilecek bu "açılıp kapanan kapılar" deneyinden de söz edeceğim.
Öncelikle iktisatta tercihler ve vazgeçişlerle ilgili yukarıdaki lafa karşılık gelen
Fırsat maliyeti kavramı
konusunda bir şeyler söyleyeyim. Elinizde tuttuğunuz bu şahane dergiyi de çıkartan Efil Yayınevi'nin Tuncel Öncel'in çevirisi ile yayınladığı çok eğlenceli iktisat kitabı Doğal İktisat'ın yazarı Robert H. Frank, fırsat maliyeti (opportunity cost) kavramının iktisada giriş derslerinde öğretilen en önemli ve yararlı iki üç kavramından biri olduğunu söylüyor -ki ben de aynen katılıyorum. Kavram, önümüze konan ve her biri bizim için değerli ya da arzu edilir olan iki ya da daha fazla seçenekten birini seçtiğimizde, (onu seçmenin doğal bir sonucu olarak) vazgeçtiğimiz diğer seçeneklerden en iyisinin bizim için değerini ifade eder. Neoklasik iktisat, rasyonel olduğunu varsaydığı bireylerin sistematik olarak fırsat maliyetini aşacak faydayı sağlayan seçenekleri tercih edeceğini söyler. Bir örnek vermem gerekirse, üniversite hocası olmamın fırsat maliyeti, başka bir iş yapma, diyelim bir şirkette yönetici olma fırsatını kaçırmamın yol açtığı maaş ve (varsa) diğer (parasal ya da parasal olmayan) kayıpların toplamıdır. Bu kayıplara rağmen üniversite hocası olarak çalışmayı sürdürüyor olmam, bu işin bana sağladığı öznel (parasal ve parasal olmayan) kazançlar toplamının, en iyi alternatifi seçmemiş olmamın ima ettiği kayıplardan fazla olduğu anlamına gelir. Daha basit bir örnek vermem gerekirse, Ankara'da yağışın nihayet kesildiği şu güzel hafta sonu gününde bu yazıyı yazmamın bana fırsat maliyetinin, güneşli havanın tadını dışarıda keyifli bir yürüyüş yaparken çıkartmak ya da televizyonda "King of Queens"i seyretmek olduğunu söyleyebilirim.[1]
Kısacası hayati önemdeki bir meslek tercihinin de, hafta sonunu nasıl geçireceğimizle ilgili küçük, gündelik tercihlerin de bir fırsat maliyeti mutlaka vardır. Daha da genelleştirerek, her tercih ya da seçimimizin bir fırsat maliyeti olduğunu söyleyebilirim. Böyledir çünkü aslında bütün tercihlerimiz temelde, kısıtlı bir kaynağı (paramız, gelirimiz gibi) alternatif kullanımlar arasında dağıtmaya ilişkin kararlardır. Esasen insan hayatı da özünde, irili ufaklı tercihlerin (ve vazgeçişlerin) sürekli birbirini izlediği bir kararlar silsilesinden ibaret olarak görülebilir.
Bu kararların bir kısmını, fazla hatta neredeyse hiç düşünmeden, adeta otomatik biçimde; alışkanlıklarımız, içgüdülerimiz ya da duygularımız/zaaflarımız yahut reflekslerimiz vasıtasıyla alırız. Günlük hayatta karşımıza çıkan çeşitli alternatifler arasında tercih kararlarının çoğunu, öğle yemeğinde ne yemeli; sinemaya mı gitmeli, o kitabı mı okumalı benzeri tercihlere ilişkin kararlar bu tür kararlardır. Bunların fırsat maliyetinin ne olduğunu düşünmeye gerek bile görmeyiz. Daha önemli bazı tercihlere ilişkin kararları ise, önümüzde mevcut olan alternatiflerden hangisini seçmemizin iyi olacağı konusunda uzun uzun düşünerek, her birinin bilinen ya da beklenen avantaj ve dezavantajlarını elimizden geldiğince iyi ölçüp biçerek alırız. Bu kategoriye örnek olarak, şu marka/model otomobili ya da bilgisayarı mı alayım türü kararları gösterebilirim. Bu tür kararlara konu olacak alternatiflerin avantajları da, dezavantajları da büyük ölçüde gözlenebilir, ölçülebilir ve karşılaştırılabilirdir. Buradaki kararda, geleceğe ilişkin belirsizlikler (satın alınan şeyin zaman içinde bozulma riski vb. dışında) nispeten azdır. İnce eleyip sık dokuma gereği büyük ölçüde, alternatif marka/modellerde karşılaştırılacak çok sayıda performans kriteri olmasından kaynaklanır. Alternatif marka/modellerin birinde kimi özellikler diğerlerinden daha iyiyken, bir başkasında bir takım başka özellikler iyidir ve bu seçim yapmayı zorlaştırır. Ancak seçiminizi yaptığınızda (yani daha avantajlı bulduğunuz modeli satın aldığınızda), konu büyük ölçüde (en azından bir dahaki sefere kadar) kapanır.
Hayatta en zor, en karmaşık kararlar ise, daha seyrek karşımıza çıkan ama sonuçları açısından "hayati önem"de olanlardır. Üniversite tercihlerimde şu okulu mu yukarı yazayım, bu okulu mu; mezun olduktan sonra lisansüstüne devam mı edeyim, iş hayatına mı atılayım; mevcut işimde mi kalayım, diğer şirketin/kurumun teklifini mi kabul edeyim; şu aday ile mi evleneyim, bu adayla mı; o şehirde mi yaşayayım, ötekinde mi; şimdi mi emekli olayım, iki yıl sonra mı türü tercihlere ilişkin kararlar bu kategoriye girer. Bu kararların sonuçlarına ilişkin belirsizlikler çok daha fazladır ve bunlara konu olan seçeneklerin avantaj ve dezavantajlarının neler olacağı ve nispi büyüklükleri bir sürü değişik olasılığa bağlıdır. Dolayısıyla bu tür kararlara konu olacak alternatiflerin beklenen avantajları da, dezavantajları da kolayca kestirilebilir, ölçülebilir ve karşılaştırılabilir değildir. Üstelik bu tür tercihlerimizin bir kısmının zaman içinde değişme ihtimali de olabilir. Bu yüzden, pek çoğumuz bu kararların fırsat maliyetini düşürmek için seçeneklerimizi mümkün mertebe açık tutmak isteriz. Ancak
Seçenekleri açık tutmak
da her zaman kolay ya da maliyetsiz değildir.[2] Seçenekleri cepte tutmanın bizatihi kendisi maliyetlidir genellikle. Ben kendi payıma, geleceğe ilişkin belirsizlikler yüzünden, bu maliyetlerin (en azından bir kısmına) katlanmanın doğal ve iktisaden anlamlı bir davranış olduğunu düşünüyorum. Bazı durumlara ilişkin seçeneklerimizi açık tutma arzumuz bir sigorta ihtiyacından kaynaklanıyor ve kendimizi kimi risklere karşı sigortalamanın bir bedeli olması doğal. Geleceğe ilişkin yetersiz öngörü kapasitemizin yarattığı bir bilgi kısıtımız ve bunun yarattığı riskler var. Mevcut koşullara ilişkin elde bulunan bilgiler ve geleceğe ilişkin makul beklentiler ışığında optimal gözüken tercihlerin, o koşulların zaman içinde, öngörülmemiş biçimde değişmesi sonucu optimal olmaktan çıkabileceğini biliyoruz. İleride, koşullardaki bu tür değişikliklerin yol açabileceği kayıpları telafi etmek için, bugün tercihe şayan görmeyerek reddettiğimiz seçeneklerden birine yarın geri dönme gereği ortaya çıkabilir. Bu yüzden, o seçeneğe ileride dönüş şansını yok etmemek adına, ek bir çaba göstermek, bir takım maliyetlere katlanmak gerekebilir. Mesela mezun olduktan sonra bir işe giren ama doğru kariyer tercihini yaptığından emin olamayan bir sürü akıllı gencin, ileride akademik kariyere dönme şansını kaçırmamak için hem çalışıp, hem bir lisansüstü programa devam ettiklerine çok tanık oldum. Hem yorucu bir işte çalışıp, hem de böyle lisansüstü programa (özellikle de standartları yüksek bir programa) devam etmek hiç de kolay bir iş değil kuşkusuz. Ancak bu çabayı, ileride kariyer tercihini değiştirmeyi zorunlu kılabilecek gelişmelere karşı alınan bir sigortanın bedeli olarak görmek mümkün -ya da finanstaki gibi bir opsiyon satın almanın bedeli.
Dan Ariely'nin konuya yaklaşımı daha farklı: Ariely seçenekleri açık tutma arzusunun, benim önerdiğim açıklamadaki gibi risklere karşı sigorta ihtiyacı türü iktisadi akıl yürütmelere dayanmadığını (ya da dayanmak zorunda olmadığını), insanın doğasında olan yapısal bir karakteristik olduğunu söylüyor. Bu arzunun rasyonel olmayan nedenleri (de!?) var ona göre. Bir başka deyişle seçenekleri açık tutmanın "maliyeti", sağlayacağı faydadan daha yüksek olsa da, yapma eğiliminde olduğumuz bir davranış bu. Yapıyoruz çünkü karşımıza çıkan alternatiflerden birini seçmemizin beklendiği ya da birinin yeterli olduğu durumlarda bile, kendimizi diğerlerinden tümüyle ve ebediyen vazgeçme fikrine ikna etmenin güçlüğü hamurumuzda var. Güzel Türkçemizde "ne yardan, ne serden" lafının ifade ettiği durum bu. Ariely'nin, karar alma davranışımız açısından önemli imaları olabilecek bu eğilimin gerçekten doğamızda olduğu iddiasını desteklemek üzere Jiwoong Shin adlı meslektaşı ile ortaklaşa yaptığı deneyler de ilginç.
Açılan kapılar, açık tutulan kapılar
İlk deneyde MIT'de öğrenci olan denekler, bir bilgisayar ekranında karşılarına çıkan kırmızı, mavi ve yeşil renkli üç kapıdan hangisini seçerlerse onun üzerine tıklayarak o renkteki sanal odaya giriyorlar. O odadayken sol tuşa her basışlarında, o oda için önceden belirlenen bir aralıkta (mesela 1 kuruş ile 10 kuruş arasında) değerler alan ama her tıkta farklılaşan miktarlarda bir para kazanıyorlar. Denekler kazandıkları toplam para miktarını her tıktan sonra güncellenmiş biçimde ekranda görüyor. Diğer odalarda daha fazla para kazanabileceklerini düşünürlerse, bulundukları odadan çıkıp bir başka kapıya tıklayabiliyorlar. Toplam 100 tık hakları var. Her odadaki tıklamaların bir kısmı diğer odadaki tıklamalardan daha fazla, bir kısmı daha az kazanmalarına yol açacak şekilde tasarlanmış. Denekler hangi odanın en yüksek getiriyi sağlayabileceğini bilmiyorlar ama üç odayı da ziyaret ettikten ve her odada yeterince tıklama yapıp denedikten sonra bir fikir elde ediyorlar. Deneye katılan deneklerin çoğu beklenen davranışı sergiliyor: Her üç odada da bir miktar kaldıktan sonra, kalan tıkların tümünü en yüksek getiriyi sağlayacağını düşündükleri odada harcıyorlar. Yani odalardan birinin en yüksek getirili olduğuna bir kez ikna olduklarında, oyunun sonuna kadar orada kalıyorlar. Ariely bu davranışı üç farklı bölümde öğrenci olmayı (ya da üç farklı işte çalışmayı) denedikten sonra, hangisini en çok sevdiğine karar verip mezun (ya da emekli) olana kadar o bölümde (ya da işte) kalma davranışına benzetiyor. Karşı cinsten üç kişiyle nispeten kısa süreli arkadaşlıklar ettikten sonra, bunlar arasından kendisini en mutlu edeceğini düşündüğü kişiyle uzun süreli bir ilişki yaşayan (ya da evlenen) bireyin davranışının da benzer olduğunu söylüyor.
Yalnız karşı cinsle arkadaşlık örneğinin deneydeki senaryoya tam olarak uyması için, bireyin her bir adayla arkadaşlık etmesi sırasında, diğerlerinin onu (kıskanmadan) beklemesi gerektiğini vurguluyor. Gerçek hayatta bunun böyle olmayacağından hareketle, Ariely ve Shin ikinci deneyin senaryosunu biraz değiştirmeye karar veriyor. Bu sefer, başka oda(lar)da 12 kez veya daha fazla tekrarlanan tıklar boyunca ziyaret edilmeyen odanın kapısı bir daha açılmamak üzere kapanıyor. O alternatifin elden gitmekte olduğu duygusunu güçlendirmek üzere de, deneyi bir odadaki her tıklamanın diğer odaların kapısının 1/12 oranında küçülmesine yol açacak şekilde tasarlıyorlar. Yani 6 tık boyunca ziyaret edilmeyen odanın kapısı yarı büyüklüğe iniyor; izleyen 6 tık boyunca da ziyaret edilmezse ortadan kayboluyor. Ama henüz kaybolmadıysa, tek bir tık ilgili kapıyı normal boyutuna döndürüyor. Deneklerin senaryodaki bu değişiklikten sonra gözlenen davranışı, kapıları (ya da seçenekleri) kaybetmemek için ne gerekiyorsa onu yapmak. Bazı kapıların kaybolmasına izin vermenin kazancı artıracağı durumlarda bile denekler, alternatiflerin tümünü açık tutmaya odaklanıyorlar. Ariely bunun her zaman iktisaden rasyonel biçimde davranmadığımız fikrini destekleyen deneysel bir bulgu olduğunu vurguluyor ve gerçek hayattan gözlemlerle de uyumlu olduğunu söylüyor. Mesela çocuklarının neye yetenekli olduğundan emin olmayan (ama bir şeylere yeteneği olduğu konusunda kuşku da duymayan) üst orta-sınıf anne-babaların çocuklarını baleden, fotoğrafçılığa, eskrimden, kemana bir dolu kursa göndermesinin de çocukların geleceğine ilişkin seçenekleri açık tutmaya çalışma gayretinin bir yansıması olarak görülebileceğini söylüyor. Bu gerçekten hem para, hem de çocukları o kurstan bu kursa yetiştirmeye çalışmanın gerektirdiği zaman açısından oldukça külfetli bir gayret. (Kaldı ki ben kendi payıma, çocukların bu kadar çok kursa gitmenin yorgunluğu yüzünden bu tür faaliyetlerin hepsinden gına getirip, nefret ettiğini de çok gördüm.)
Bu saptamaların başka, mesela talep davranışı ile ilgili iktisadi imaları da var. Çok muhtemelen hiçbir zaman kullanmayacağımız bir takım marifetleri olan elektronik aletlere, sırf bu özellikleri kullanma opsiyonuna sahip olmak için ekstra paralar ödemeye hazır olmak, hiç de rasyonel olmayan ama çoğumuzun yaptığı bir şey. Keza şehirlerde yaşayıp, hiçbir zaman asfalttan ayrılmayacağını bile bile arazi araçları satın alanlar da (muhtemelen asla kullanmayacakları dağa tepeye sürme opsiyonu için büyük paralar ödemeye razı olanlar da) aynı irrasyonel davranış kalıbına göre davranıyorlar.[3] Bu davranışlar rasyonel olmamakla beraber tümüyle rastgele de değil. Aksine, insanların çoğunda sistematik biçimde tekrarlanan -dolayısıyla tahmin edilebilir- bir irrasyonelliğe dayalı. Ariely'nin açıkça söylemese de, bu kıssadan çıkarılacağını umduğu hisse şu. Bu tür ürünler için talep tahminlerini, rasyonel tüketici davranışına dayalı olan neoklasik talep kuramından yararlanarak yapmak yerine, deneysel bulgularla da uyumlu alternatif bir çerçeve kullanarak yapmak daha yüksek bir tahmin (öndeyi) gücü sağlayabilir.
Gitmesek de, gelmesek de bizim olan köy
Ben Ariely'nin deneylerini de, bunların bulgularının açık ve zımni imalarını da çok ilginç buluyorum. Ancak, seçeneklerimizi ısrarla açık tutmaya çalışmanın rasyonel ya da iktisaden anlamlı olmadığı kimi durumlara ilişkin yorumları konusunda bir rezervasyonum var. Seçenekleri açık tutmanın faydalarını -sigorta arayışı gibi gayet rasyonel bir amacı bir kenara bıraksak bile- eksik tahmin ettiği kanısındayım. Ben bazı durumlarda sadece seçeneğin açık olduğunu bilmenin bile, o seçeneği açık tutmanın maliyet ve risklerine katlanmayı meşru kılacak kadar huzur ve mutluluk vermek suretiyle, sağlığımızı, verimliliğimizi vb. olumlu etkileyebileceğini düşünüyorum.
"Orada bir köy var uzakta/Gitmesek de, gelmesek de/Yatmasak da, kalkmasak da/O köy bizim köyümüzdür" diyebilmek, bir gün o köye gidip, gelebileceğimizi; yatıp, kalkabileceğimizi bilmek, bunları gerçekten yapamasak da, sadece yarattığı beklentiler sayesinde bile huzur ve mutluluk verir genellikle. İşte bu huzur ve mutluluk da, kimi durumlarda fayda-maliyet dengesini gerçekten ve Ariely'nin öngörmediği biçimlerde değiştirebilir kanımca.
Son söz ve ortak akıl sorusu
Benim bu satırları yazdığım sırada, milletvekili seçimleri henüz yapılmamıştı. Buraya kadar yazdıklarımı tamamlayıcı dileğim, seçimlerin ekonomik istikrar ve büyüme ile demokrasi arasında birini tercih etmenin, diğerinden vazgeçmemiz anlamına gelmeyeceği şekilde sonuçlanması. Bunlar seçenekleri sonuna kadar açık tutmamız gereken konular.
Ortak akıl sorumu da sorup, bitiriyorum. Farklı toplumlar için nelerin lüks, nelerin ihtiyaç olduğunu nasıl saptarız? Mesela bir ülkenin stadlarında sahanın zeminin yer yer toprak değil, tamamen çim kaplı hale gelmesi ne zaman lüks olmaktan çıkıp, ihtiyaç olarak algılanmalıdır? Yahut apartmanların, evlerin bahçelerinin çim kaplanması hangi toplumlar için lükstür, hangi toplumlar için ihtiyaç? Ciddi büyüklükte bir bahçe bakım sektörünün oluşması, yeşillik ihtiyacının lüks olmaktan çıkıp, toplumsal bir ihtiyaç haline geldiğini gösterir mi? Hangi durumlarda gösterir, hangi durumlarda göstermez?
Bu soruların cevapları mesela evlerde klima kullanımının yaygınlaşması için de geçerli midir? İşyerlerinde klima kullanımı ile, evlerde klima kullanımının yaygınlaşması, ihtiyaçtan lükse uzanan toplumsal talep spektrumunda farklı aşamaları mı temsil eder?
Peki ya demokrasi? Demokrasinin ihtiyaç değil, lüks olduğu toplumlar var mıdır?
Merak eden, sorgulayan zihinler bu soruların cevaplarını bilmek istiyor. İlginç bulduğum cevaplara, bu konuları önümüzdeki sayılarda ele aldıkça atıfta bulunacağım.
[1] Bu sefer yazımı erken teslim etmeye kararlıyım ama bu son cümleyi, piposunun dumanı daima tütesi, vizyon sahibi editörümüz, anlayışlı insan Ömer Faruk Çolak'a ithaf ediyorum.
[2] Hatta zaten açık olan seçenekler arasında seçim yapmak bile, enformasyonu işlemenin zahmeti dolayısıyla maliyetli olabilir. 1980'lerin ikinci yarısında ABD'de doktora öğrencisi olarak yaşadığım dönemde önce süpermarketlerde karşılaştığım çamaşır deterjanı çeşidi bolluğu karşısında afallamış ve etkilenmiş, ama bir süre sonra bunu rahatsız edici bulmaya başlamıştım. Benim için önemli olan, deterjanın içinde mevcut olduğu iddia edilen aktif maddeler sayesinde çamaşır yıkamakla kalmayıp, bir de kuş kondurması değildi. Yeterince temiz yıkaması (ki bu bütün marka ve tipler bunu yeterince yapıyordu bence) dışında iki kriterim vardı: Kısıtlı bütçeme uygun, düşük birim maliyet ve kısıtlı zamanıma uygun olarak, ikide birde markete gitmemi gerektirmeyecek yeterince büyük ambalaj. Ancak hepsi değişik boyutlarda ve ağırlığı pound-ons vs. gibi birim maliyeti kolayca hesaplamaya izin vermeyen birimler kullanarak ifade eden ambalajlar ve sürekli değişen fiyatlar yüzünden, her seferinde hangi marka deterjanı alacağıma karar vermem, deterjan seçiminin hak ettiğini düşündüğüm 45-60 saniye arası süreyi kat be kat aşıyordu. Beni sinirlendiren bu durum sonradan etiketlerde birim fiyat bildirme zorunluluğu getiren bir yasa sayesinde düzeldi ve karar vermek nispeten kolaylaştı.
Türkiye'deki alış-veriş de giderek buna yakınsamaya başladı ama Amerika'da yaşadığım yıllarda "çok fazla seçenek" ile karşılaşmanın da, bazen seçeneksizliği özletecek türde, bir sorun olduğunu düşündüğüm çok durum oldu. Bunu belki başka bir yazıda ele alırım.
[3] Ben gösteriş arzusunun da bu davranışlarda önemli rol oynayabileceği kanısındayım.
Bu yazı İktisat ve Toplum Dergisi'nin Haziran 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Fatih Özatay, Dr.
04/12/2024
Güven Sak, Dr.
03/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
02/12/2024
Burcu Aydın, Dr.
30/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
29/11/2024