TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Bu Yazıda
yolsuzluk konusundan söz edeceğim. Hem kişinin kendisine görevi gereği verilen yetki ve hakları, (maddi) çıkar sağlamak amacıyla suiistimal etmesi anlamında; hem de yolların, mesela karayollarının, eksikliği ya da yetersizliği anlamında. Daha net olarak, biri diğerine yol açar mı; açarsa hangi durumlarda yol açar gibi soruları tartışacağım. Ama asıl maksadım, bu tartışmadan başlayıp, lafın kuyruğunu yolsuzluk ekonomik büyüme ilişkisi konusuna bağlamak. Bu önemli ve Mısır'da olup bitenler yüzünden güncelliği artmış bir konu. (Artık herkesin öğrenmiş olduğu gibi, Mübarek'e yönelik protestonun önemli nedenlerinden biri yaygın yolsuzluklar.)
Tabii bir de argodaki "yolsuz kalmak" deyiminde olduğu gibi parasızlık anlamına gelen yolsuzluk var. Dolayısıyla başlıktaki soruyu düşük maaşlarıyla geçinemeyip, yolsuz kalan memurların, yolsuzluk yapma olasılıkları artar mı biçiminde anlamak da mümkün. Sorunun bu versiyonu, son günlerde gümrüklerde yapılan rüşvet operasyonları dolayısıyla bir kez daha gündemin üst sıralarına tırmandı. Bilge editörümüz, hoşgörülü insan Ömer Faruk Çolak'ın güncel gündemi (üstelik de Mısır, gümrükler gibi değişik başlıklardaki gündemi) izleme konusundaki gayretimi not ettiğini umarak, iktisat literatürünün soruya verdiği kimi ilginç cevaplara da değineceğimi kaydedeyim. Ancak aile salonumuz aşağıdadır, buyurun demeden önce vurgulayayım: Burada yolsuzluğu ahlaki bir sorun olarak değil; ilginç (makro- ve mikro-) ekonomik boyutları olan bir sorun olarak ele alacağım. Bu tercih, sorunun ahlaki yanını daha az önemli bulmamdan kaynaklanmıyor. Asıl neden bu köşenin bana ahlaki konularda değil, iktisadi konularda ahkam kesmem için verilmiş olması. Yolsuzluğun ahlaki yanı ve sonuçları da çok önemli hiç kuşkusuz. Mesela bir takım düşük yaşam biçimleri tarafından, deniz kumu kullanılarak, demirden, çimentodan çalarak vb. türlü ahlaksızlık ve usulsüzlüklerle yapıldığı halde; başka bir takım düşük yaşam biçimlerinin, aldıkları rüşvetlere karşılık ruhsat verdikleri ve 1999 Marmara depreminde iskambilden evler gibi yıkılan binalarda yitirilen binlerce can, bu sonuçların ölümcül vahamette olabileceğini gösteren örneklerdi. Yine de bu yazıda önce yolsuzluğun, verdiği hasarın daha yavaş gerçekleştiği ve daha zor gözlenebilir olduğu bir süreçteki, ekonomik büyüme sürecindeki etkilerinden bahsedeceğim. Daha sonra da yolsuzlukla mücadelede alınabilecek önlemler vb. konusunda daha mikroiktisadi vurgulu birkaç şey söyleyeceğim.
Yolsuzluk-ekonomik büyüme ilişkisi
üzerine yapılan çok sayıda çalışma var. Mevcut literatürdeki ampirik çalışmaların ezici çoğunluğu yolsuzluğun ekonomik büyümeyi yavaşlattığı yönünde bulgular sunuyor. Daha az gelişmiş, dolayısıyla bireylerin ortalama gelirinin daha düşük olduğu ülkeler, kişi başına gelir ve toplumsal refah artışını hızlandırmak ve gelişmiş ülkelerin gelir/refah seviyelerini yakalamak için daha hızlı büyümeye muhtaçlar. Ancak bunlar yolsuzluğun görece yaygın olduğu ülkeler aynı zamanda. Gerçekten, ülkenin yolsuzlukla mücadele etme başarısı -aşağıda örnek olarak verdiğim grafikte de görüldüğü gibi- kişi başına gelir düzeyi düştükçe kötüleşme eğiliminde.
Buradaki, yolsuzluk kavramını, iktisat literatüründeki yaygın tanıma uygun olarak, kamu görevlilerinin kendilerine görev gereği verilen yetki ve hakları, (maddi) çıkar sağlamak amacıyla suiistimal etmeleri anlamında kullanıyorum. Küçük kamu görevlilerinin aldığı çeşitli "bahşiş"lerden, yüksek düzeyde kamu görevlileri ve politikacıların aldığı "komisyon"lara dek rüşvetin her türlüsü bu kapsamda değerlendiriliyor. Ancak, 1990'ların başında, Emlak Bank'ın o zamanki Genel Müdürü Engin Civan'a rüşvet verdiği için yargılanan müteahhit Selim Edes'in mahkemede söylediği "rüşvetin belgelenmesi" ile ilgili ünlü repliği hatırlayanların pek iyi bileceği gibi, bu ödemeler gizli yapıldığı ve tipik olarak kayda geçmediği için, bir ülkede rüşvetin ne kadar yaygın olduğu, ancak bu konudaki duyum ve algıları sorgulayan anketler yoluyla ölçülebiliyor. Grafiğin dikey ekseninde, bu tür algıya dayalı ölçümlerden gelen puanlar var. Bir ülkede rüşvetin yaygınlığı konusundaki algılar ne kadar güçlü ise, puanı o kadar düşüyor ve bu da ülkenin yolsuzlukla mücadele performansında başarısız olduğunu ima ediyor.
Grafiğe Türkiye'nin yanı sıra, Mısır'ın da aralarında yer aldığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile Türki cumhuriyetleri koydum. (Merak edenler, grafikte kullandığım iki harfli ülke kodlarına http://www.iso.org/iso/english_country_names_and_code_elements adresinden ulaşabilirler.) Yatay eksende satın alma gücü paritesine (SAP) göre kişi başına GSYİH'nın 2009 değerleri var; dikey eksende de, negatiften pozitife artan değerleri ile yolsuzlukla mücadele başarısındaki (ya da buna ilişkin algılardaki) iyileşmeyi temsil eden endeksin 2009 değerleri yer alıyor. Tüm verileri Dünya Bankası'ndan aldım.
Ülkeleri temsil eden noktaların arasından geçen eğri, benim hesapladığım doğrusal olmayan eğilim (polynomial trend) çizgisi. Çizgiden, SAP'ne göre kişi başına GSYİH'nin 2009 değeri 13 bin dolar ve üstü olan bütün ülkeler için, bu gelir ile yolsuzlukla mücadele performansında gösterilen başarı arasındaki pozitif ilişki (korelasyon) açık biçimde görülüyor. Ülkelerin kişi başına geliri arttıkça yolsuzlukla mücadele performansında da iyileşme beklenmesi gereği, Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün (Transparency International) her yıl açıkladığı sıralamalarla da uyumlu olan, yani çok da şaşırtıcı olmayan bir sonuç. Grafikteki eğilim çizgisinin ilginç tarafı, nispeten düşük gelir seviyelerinde yolsuzluğu kontrol performansının gelir değerine çok da duyarlı olmadığı; ama gelir yükseldikçe, yolsuzlukla mücadele performansının iyileştiğini (toplumun yolsuzluğa toleransının azaldığını?) söylemesi. Bir tek bu grafikten çok fazla sonuç çıkartma konusunda dikkatli olma gereğini not edeyim ama sanki yolsuzluğa müsamaha göstermek, kişi başına gelirin belli bir kritik düzeyi geçmesinden sonra daha güçleşiyor gibi gözüküyor -ki 13 bin dolar civarındaki bu kritik düzey, yaklaşık olarak Türkiye (TR) ve Lübnan (LB) için 2009'da gözlenen kişi başına SAP-GSYİH değerlerine denk geliyor. Tersten giderek, kişi başına SAP-GSYİH değeri 13 bin dolar civarındaki düzeyin altında kalan ülkeler için gelir ile yolsuzlukla mücadele arasındaki ilişkinin adeta koptuğunu söylemek de mümkün. Aslında, dışa kapalı olan, devletin ekonomiye fiyat kontrolleri vs. yoluyla yoğun biçimde müdahale ettiği ve kişi başına gelir düzeyi de haliyle düşük olan kimi ülkelerde yolsuzluğun, ekonominin çarklarını yağlayan bir rol oynayarak, büyümeyi kolaylaştırıcı bir etki bile yapabileceği literatürde bilinen bir olasılık. Bu özel hale başka bir yazıda döneceğimi not edip, şimdi yolsuzluğun yaygın olması ekonomik büyümeyi nasıl yavaşlatır sorusuna geçeyim.
Yolsuzluğun ekonomik büyümeyi etkileyebileceği çok sayıda kanal var. Yapılan çalışmalar gösteriyor ki yolsuzluklar, ekonomik büyümeyi mümkün kılan fiziki sermaye yatırımlarını da, beşeri sermaye yatırımlarını da olumsuz etkiliyor. Bunu, bir yandan özel yatırımların maliyetini ve bu maliyetlere ilişkin belirsizliği artırarak; bir yandan da, kamu yatırımlarının maliyetlerini artırmak ve bu yatırımların daha az verimli, alternatifleri kadar acil olmayan projelere kaymasına yol açmak suretiyle yapıyorlar. Yolsuzluğun, kamu kaynaklarından eğitime ayrılan payın düşmesine yol açarak beşeri sermayenin büyümesini de yavaşlattığı da çok sayıda çalışmanın bulguları ile desteklenen bir sonuç.
Vito Tanzi ile Hamid Davoodi isimli iktisatçılar 1997'da yazdıkları ünlü IMF Çalışma Raporu'nda, karar alıcıların yeni yollar, havaalanları, enerji santralleri gibi pahalı ve gösterişli yatırım harcamalarını sevdikleri; daha az harcama gerektiren bakım, tamirat projelerini ise, çok gerekli olsalar da, o kadar tercih etmedikleri gözleminden yola çıkarak ilginç bir analiz yapıyorlar. Kurdele kesme törenleri ile hizmete sokulacak bu tür büyük projeler genel olarak, politikacıların seçmenlerin sempatisini kazanma arzusu ile uyumlu. Ancak Tanzi ve Davoodi, yolsuzluğun yaygın olduğu kimi ülkelerde karar alıcıları (politikacılar ve bürokratlar) bu tercihe yönelten başka nedenlerin de var olabileceğini söylüyorlar. Mesela, diyorlar, "komisyon" adı altında, onaylanacak projeye yapılacak toplam harcamanın belli bir yüzdesi olarak dağıtılan rüşvetlerin, kamu yatırım harcamalarını artırıcı etkiler yapması ve tercihleri büyük projeler lehine döndürmesi mümkün olabilir. Bunun dahil olduğu bir dizi hipotezin, 40 ile 90 arasında değişen sayıda ülkenin 1980-1995 yılları arasındaki yıllık verilerini kullanan regresyon sonuçları ışığında istatistiksel olarak test edildiği çalışmadan çıkan sonuçlar şöyle. Rüşvet ve yolsuzluğun yaygın olması, bunların mevcut ya da yaygın olmadıkları ortamlara kıyasla 1) Toplam kamu yatırımı harcamalarının olması gerekenden daha yüksek, 2) Toplam kamu gelirlerinin olması gerekenden daha az, 3) Ulaşım, iletişim, enerji ve su dağıtım şebeke altyapılarının işletme, tamir ve bakım giderlerinin olması gerekenden daha düşük ve 4) Bu altyapıların kalitesinin olması gerekenden daha düşük kalitede olmasına yol açıyor.
Bir başka deyişle rüşvet ve yolsuzluk, kamu kaynaklarının mevcut altyapıları verimli kullanabilmek için en gerekli ya da en acil olan ihtiyaçları karşılamaya yönelik olarak kullanılmasını caydırıyor. Bunun yerine, çok gerekli olmasa da büyük altyapı projelerinin finansmanı öncelik kazanıyor. Yazarların bu genel sonuçları çıkarmasını sağlayan regresyon egzersizlerinden birinin sonuçları, başlıkta sorduğum soruya, en azından birinci anlamıyla, cevap vermeye imkan sağlıyor. Tanzi ve Davoodi yolsuzluk ve rüşvetin, alt yapı yatırımlarının durumu ve kalitesi üzerine etkilerini inceledikleri bölümde, daha özel olarak karayollarının durumu ve kalitesinin belirleyenlerini saptamaya yarayacak bir denklem de tahmin ediyorlar. Yolların kalitesini, rutin bakım dışında tamirat gerektirmeyecek durumdaki asfalt ve stabilize yolların toplam yol uzunluğuna oranı ile ölçüyorlar. İlgili denklemin tahmininden çıkan sonuç ilginç: Kamu yatırım harcamaları(nın GSYİH'ya oranı) ne kadar yüksekse, yolsuzluğun yolların kalitesine olumsuz etkisi o kadar artıyor. Yani yolsuzluk, gerçekten yolsuzluğa yol açıyor. (Tanzi ve Davoodi'nin hala çok atıf almaya devam eden çalışmasına göz atmak isteyenler http://www.imf.org/external/pubs/ft/wp/wp97139.pdf adresinden erişebilir.)
Şimdi bir sonraki soruya, yani
Yolsuzluğu önlemek için ne yapılabilir?
sorusuna geçelim. Bence biz iktisatçıları, toplumsal sorunlar konusunda profesyonelce kafa yoran başka sosyal bilimciler ve amatörce (ama bazen çok hevesle) kafa yoran doktor, mühendis, pilot vs. diğer sivillerden ayıran en önemli farklardan biri, bu sorunları tarafların çözüm yönünde adımlar atmasını özendirecek teşvik mekanizmaları tasarlayarak çözmeye çalışmamız. Yani, diyelim yolsuzluğun yaygın olması gibi bir sorunu çözmek için, toplumun ahlaki değerlerini düzeltmeye yönelik kampanyalara vs. bel bağlamak ile bu sorunu "en azından bizim yaşam süremizde çözmesek de olur" demek arasında pek az fark olduğunda uzlaşabiliriz herhalde. Mesela ben öğrencilerime senenin başında, vereceğim sınavlarda kopya çekmeyi niçin akıllarına bile getirmemeleri gerektiğini açıklarken, bunun ahlaken yanlış olduğunu hatırlatmakla yetinmiyorum. Sınavda kopya çekmek tabii ki bir tür hırsızlık; tabii ki ahlaken yanlış ama bir tek bunu hatırlatmamın, (ne yazık ki, kopyayı kabul edilemez bulan bir kültürde yetişmeyen Türk öğrenciler için) yeterince caydırıcı olmayacağını bilecek kadar uzun zamandır hocalık yapıyorum. Bunun yerine kopya çekmenin akıllıca olmayacağını, çünkü bundan beklenen fayda (bir sınavda kopya çekmek -yakalanmamak kaydıyla- yoluyla alınabilecek ek puan ve bunun yıl sonu notuna katkı miktarı) ile beklenen maliyet (yakalandığı takdirde dersten kalmaya ek olarak alacağı en az bir dönem tard edilme) arasında, maliyet lehine çok büyük bir fark olduğunu söylüyorum. Buradaki fayda ve maliyetlerin "beklenen" olması, kopya çekenin yakalanma (veya yakalanmama) olasılığına atfedeceği sübjektif değeri ile çarpılarak hesaplanması gereğinden kaynaklanıyor. Bu değerlendirme ışığında benim dersimde kopya çekmenin hiç de akıllıca olmayacağını söylemeyi, kopya çekmenin çok ayıp ve ahlaksızca olduğuna ilişkin doğru ama etkisiz bulduğum önermeye tercih ediyorum.
Benzer biçimde, yolsuzlukla nasıl mücadele edilmeli sorusuna "her şeyin başı eğitim azizim, halkı eğitmek lazım" diye başlayan cevaplardan da çok fazla şey çıkmayacağını söylememe gerek var mı bilmem. "Sallandıracaksın birkaç rüşvetçiyi Kızılay (Taksim/Konak vs) meydanında, bak memlekette yolsuzluk kalıyor mu?" şeklindeki sorudan yola çıkarak fazla ilerlemenin mümkün olmadığı da açık sanırım -inanmayan yukarıdaki grafikte şer'i hukuka dayalı rejimleri olan ve idam cezası verme konusunda pek de cimri olmayan ülkelerin grafikteki yerine baksın. Daha çağdaş hukuk sistemlerinde uygun cezaları saptamak da, biraz sonra değineceğim gibi, çok kolay değil. Sonuç olarak yolsuzlukla mücadelenin en etkin yolu, bu amaca uygun teşvikler yaratmak ya da rüşvet almanın bedelini ağırlaştırmak. Ama nasıl? Bu sorunun cevabını bulmak için önce
Farklı rüşvet tiplerine farklı çözümler
bulma gereğinin farkına varmak gerekiyor. Bu sualin bütün muhtemel cevaplarını tartışacak yerim yok ama burada, iki tür rüşveti ayırmak lazım diye düşünüyorum. Bunlardan ilki, aslında mevzuatın izin vermediği, dolayısıyla yapılmaması gereken bir işi yapmak için alınan rüşvet. Yazının girişinde söz ettiğim, standartlara uygun olmayan çürük binalara ruhsat verilmesi için alınan rüşvet bu türden. Yakalanmadıkları sürece, bu tip rüşveti alan da, veren de kârlı gözüküyor. Yani iki taraf da bu işe gönüllü. Daha etkin bir denetim sistemi kurmak suretiyle rüşvet alan kamu görevlilerini yakalamak ve yakalananlara verilen cezayı artırmak bir ölçüde önleyici olabilir. Ancak bu konuda iki sorun var: Birincisi, denetim sistemi insana dayalıysa (müfettişler, kontrolörler vs. eliyle yapılıyorsa), denetçilerin de rüşvete ortak olma riski var. Mamafih, "rüşvetin belgesi"ni (gümrüklerdeki son tutuklamalarda olduğu gibi) iletişim ve görüntüleme teknolojilerinden yararlanmak suretiyle, çok kişinin katıldığı süreçlerden geçerek üretmek bu sorunu bertaraf etmekte etkili olabiliyor. İkinci sorun, mevzuatın izin vermediği bir işi yapmak için rüşvet alan memuru etkin bir denetleme ağı ile sardığınızda, rüşvet almasını engellemek mümkün oluyor belki ama bu sefer de, görevi alelusul yapar hale gelebiliyor. Yani rüşvet almayı bırakıyor ama binanın çürük olup olmadığını kontrol etmekle uğraşmayı da gereksiz bulmaya başlayabiliyor. Bu durumda rüşveti verene de ceza koymak ya da rüşvet vermenin cezasını (varsa) artırmak etkili olabilecek bir çözüm olarak ortaya çıkıyor.
Önceki bölümde bahsettiğim, kamu kaynaklarının rüşvet (ya da komisyonlar) karşılığında gerekli ya da öncelikli olmayan yatırımlara harcanmasına yol açmak da, bu birinci tip rüşvetin bir özel hali. Özel bir hali çünkü burada da rüşveti alanın da, verenin de bu işe gönüllü olması söz konusu. Yani ekonomik olmayan büyük bir altyapı projesine yapılacak harcamayı, alınacak komisyonlar karşılığı onayla(t)mak, onay sürecinin işleyişi mevzuata uygun görünüyor olsa bile birinci tip rüşvetlerden. Dolayısıyla ceza yükünü alandan verene kaydırma bu bağlamda da işe yarayabilir bir önlem. Halen bu prensibe dayalı olarak yapılan ve çok uluslu şirketlerin başka ülkelerde dağıttıkları rüşvetler için merkez ülkede kovuşturulup, cezalandırılmasına izin veren yasal düzenlemeler mevcut.
Rüşvet alma potansiyeli yüksek memurların maaşını artırmak işe yarar mı?
sorusuna gelince... Ayırmak gerektiğini söylediğim iki tip rüşvetten ötekisi, zaten yapılması gereken ancak uzun sürecek bir işin hızlandırılması (veya fazladan uzatılmaması) için alınan rüşvet. Burada, bir öncekinden farklı olarak rüşveti verenin, buna gönüllü olması gerekmiyor. Çoğunlukla da gönüllü olmuyorlar zaten. Dolayısıyla, burada rüşvet vereni cezalandırmak anlamlı değil. Alanı cezalandırmak gerekiyor ama bu konuda da, yakalama sorunu ortaya çıkıyor. Yakalama zorlukları ışığında bu tip rüşvetle mücadele aracı olarak sıkça önerilen bir önlem, bu tür rüşvetin yaygın olarak el değiştirdiği hizmetleri sunan memurların maaşını artırmak. Ancak iktisatçılar, sivillerin aklına gelen çözümlerin her zaman beklenen etkileri yaratmayabileceğini göstermekte son derece ustalar. Nitekim, bunun neden işe yaramayabileceğini gösteren makaleler de yazmışlar. Maaş artışının, eskiden rüşvet alan kamu çalışanlarının bir kısmını (özellikle maaş artışı öncesi geçim sıkıntısı çeken bölümünü) bu kötü alışkanlıktan vazgeçirmesi mümkün kuşkusuz ama bir de rüşvet yoluyla kolay para kazanmayı yaşam biçimi haline getirenler var. Maaş artışının bunların davranışına yapması beklenen etki ilginç: Bunların rüşvet almayı bırakmaları şöyle dursun, yaptıkları işlem başına talep ettikleri rüşvet miktarını artırmaları bekleniyor. Nedeni basit. Bunların rüşvet aldıkları saptanıp da, işlerine son verilmesi halinde kayıpları artık daha büyük olacak. Yani maaş artışından sonra işin fırsat maliyetinin artmış olması yüzünden büyüyen risk, ancak getirinin, yani alınacak rüşvet miktarının da artması ile karşılanabilir hale geliyor. Bu yüzden, rüşvet alma olasılığı yüksek memurların maaşlarını artırmak, rüşvet karşılığı yapılan işlem oranını düşürse bile, el değiştiren rüşvet miktarını düşürmüyor; muhtemelen artırıyor. Nitekim yapılan çeşitli ampirik çalışmalar da teorik olarak ulaşılan bu sonucu destekliyor. Maaş artışı çoğunlukla rüşvetten şikayetleri azaltmıyor.
Peki rüşveti hayatın gerçeği olarak kabul edip seyirci mi kalacağız? Tabii ki hayır. Yolsuzlukla mücadele yolunda alınabilecek belki de en iyi önlem, rüşvete konu olabilecek ve rant arayışına yol açabilecek işlem ve konu sayısını mümkün olduğu kadar azaltmak kuşkusuz. Yani devleti küçültmek. Ama bunları tümüyle ortadan kaldırmanın da mümkün olmadığından hareketle, kamunun şeffaflığını olabildiğince artırmak; cezaları düzenlerken, cezaların asıl yükünü hangi durumda rüşvet verene, hangi durumda alana yıkmak gerektiğine dikkatle karar vermek ve tabii, izleme ve denetimi güçlendirmek gerekiyor. İzleme ve denetimde yüksek, teknolojiden (abartmadan, özel hayatın gizliliği ve benzeri hakları gasp etmeden) yararlanmak ve başka çözümler konusunda da yaratıcı olmakta da fayda var. Örneğin, yine iktisat literatüründeki kimi çalışmaların bulgularıyla da desteklenen, kadınların hem rüşvet alma, hem de verme konusunda daha çekingen ve isteksiz olduklarına ilişkin gözlem, bazı Latin Amerika ülkelerinde trafik cezalarını yazma işinde kadın polislerden daha fazla yararlanılmasını sağlamış. Yerim daraldı. Artık iki sayıdır cevap bekleyen şu ortak akıl sorusuna dönmek istiyorum.
Önceki ortak akıl sorusuna cevap
İkinci sayıda iktisadi bir bakış açısıyla cevaplanması beklentisiyle sorduğum ortak akıl sorusu, kimi kural ihlalleri ya da kabahatlere verilen para cezalarının miktarını neden daha caydırıcı olabilecek düzeylere yükseltmediğimiz ile ilgiliydi. Yani neden bu ihlal ve kabahatleri, mevcut cezaları artırarak, mesela para cezalarını 10 misline ya da 100 misline çıkartarak önlemeye çalışmıyoruz? Sözgelişi, hız sınırının üzerinde bir süratle araba kullanmanın cezasını 5 bin ya da 15 bin TL yapsak, bu tür ihlalleri önleyip, trafik kazalarını ve bu kazaların sebep olduğu can ve mal kaybını azaltabilir miyiz?
Benim bu soruya beklediğim cevap, "rüşvet yüzünden" şeklinde idi. Rüşvetin mevcut (ya da mümkün) olduğu ortamlarda, suç ya da kabahatleri caydırmak için konacak para cezaları, pek çok sivilin bekleyeceğinin aksine, ödenebilir en yüksek değeri alan cezalar değil. Bu aslında, yıllar önce Bilkent Üniversitesi'ndeyken öğrencim olup, şimdi kendisi de Fransa'da Essec Business School'un anlı şanlı bir hocası olarak çalışan Görkem Çelik ile birlikte, buradaki ortak akıl sorusuna cevap aramak üzere yazdığımız bir makalede vardığımız sonuç. Analizimiz bizi daha orta halli para cezalarının caydırıcılık olasılığının daha yüksek olacağı sonucuna götürdü. Neden mi? Belli bir kural ya da yasa ihlali yaparken (mesela hız limitinin üstünde araba kullanırken) yakalanan insanlar, bu ihlal yüzünden ödemeleri gereken para cezası yerine daha düşük bir miktar rüşveti ("çorba parası"?) ödeyerek bu işten sıyrılabilecekleri söylendiğinde, iki tür tepki gösterebilirler. Birincisi, rüşveti ödeyip, cezadan kurtulmak; ikincisi, bunu bir prensip meselesi olarak görüp, rüşvet ödemeyi reddedenler -ki bunların en azından bir bölümü, rüşvet isteyen memuru şikayet etmeye de hazırdır. Yaptığı ihlalin öngörülen cezasını ödeyip, rüşvet isteyen memuru şikayet etme potansiyeli olan bu kişilerin toplumda var olması, bu tür prensip sahibi kişilere denk gelme endişesi taşıyan rüşvetçi memurların, rüşvet istemekten bir ölçüde de olsa çekinmelerine yol açan bir otomatik kontrol mekanizması sağlar. Bir başka deyişle bu tür insanlar bir çeşit gönüllü rüşvet müfettişi ordusu oluştururlar. Cezaların çok fazla artması ve mesela X TL gibi bir düzeyden 10 X TL gibi bir düzeye çıkartılması, başlangıçta rüşvet ödemeye isteksiz olan gruptan bazılarını saf değiştirmeye zorlar. Yani gönüllü müfettiş ordusu gibi çalışan gruptan bazıları, aşırı yükselen cezalar karşısında eskisi kadar rahat biçimde "gereken işlemi yapın memur bey" diyemez hale gelir ve o çok yüksek ceza yerine rüşveti ödemeyi tercih etmeye başlarlar. Bu rüşvet karşıtı grup küçüldükçe, kendisini ihbar edebilecek bir ihlalciye çatma olasılığının çok azaldığını fark eden rüşvetçi memur da, yakaladığı ihlalcilerden iç huzuruyla rüşvet isteyebilir hale gelir. Sonuç, çok yükselen ama ihlalcilerin büyük bölümü tarafından zaten ödenmeyen cezaların fiili caydırıcılığı azalırken, rüşvetin arttığı bir dengedir. Dolayısıyla optimal para cezası seviyesi, cezaların yeterli sayıda ihlalci tarafından ödenmesini sağlayacak ve gerektiğinde rüşvet isteyen memurları ihbar etmeye hazır vatandaş oranının çok düşmesini önleyecek, astronomik olmayan bir miktar olarak belirlenir. (Burada özetlediğim mekanizmaların tam olarak nasıl işlediğine ilişkin matematiksel bir model çerçevesinde yürüttüğümüz tartışmayı görmek isteyenler, 2008'de Review of Economic Design'da yayınlanan makalemize bakabilir.)
Bu soruyla ilgili aldığım e-postalardan iki tanesi kayda değerdi. Hacettepe İktisat öğrencisi Cihan Bilaçlı'nın cevabında bir ışık gördüm ama onun bazı ifadelerinde kastedilen ile benim anladıklarım aynı mı emin olamadım. Cihan, olayın oyun teorik yanının farkında olduğunu gösterir bir cevap yazmış. Oyuncuların stratejilerinden söz ediyor. "...ülkemizde polisin veya cezayı toplayacak makamın cezayı 'görmeme' ya da oldukça geç tahsil etme gibi stratejilerinin gerçekleşme olasılığının yüksek olmasından ötürü trafik ihlallerine engel olamıyoruz" diyor. Yalnız rüşvet konusuna açık bir atıf yapmamış. "Görmeme" lafını tırnak içine alarak sanki müstehzi bir vurgu yapmış ama bundan kastinin rüşvet mi emin değilim. Yine de Cihan'a teşekkür ediyorum.
Bir de Boğaziçi İktisat'ın genç hocalarından Ceyhun Elgin bir e-posta gönderdi ve tam bu soruya cevap sunmasa bile, konuyla ilgili imaları olan, ilginç bir deney üzerine yazılmış bir makaleye dikkatimi çekti. Chicago Üniversitesi'nden Uri Gneezy ve Minnesota Üniversitesi'nden Aldo Rustichini'nin makalesi, İsrail'de çocuk ve veli profilleri benzer toplam on kreşte yirmi hafta boyunca yürütülen bir deneye dayalı. Deneyin sonucunda çocuklarını almak için kreşe gelen velilerin geç kalma oranının, gecikmeler için parasal bir ceza uygulanmaya başlanmasından sonra iki misline çıktığını gözlüyorlar. Yani velilerin geç kalmasına ceza kesilmeye başlandıktan sonra, çocuklarını almak için geç gelen velilerin sayısı ceza öncesi durumdan daha fazla olmaya başlıyor. Bu davranış ilginç bir anomali gibi gözüküyor. Daha ilginci, çocuklarını geç alan velilere kesilen ceza kaldırıldıktan sonra da geç kalma oranı, cezanın hiç gündemde bile olmadığı ilk düzeye dönmüyor. Yazarların önerdiği bir açıklama, koyulan cezanın, önceden fiyatlanamayan ya da fiyatı bilinemeyen bir şeyin fiyatı olarak algılanması. Böylelikle ceza, çocuklarını kreşten almakta geciken ebeveynlere "parasıyla değil mi kardeşim, parası neyse öder, kreşe de geç gideriz gerekirse" deme şansı veriyor ve bir anlamda, bir piyasa oluşmasını sağlıyor. (Okulunuz/kurumunuz kanalıyla erişim izniniz varsa, bu ilginç çalışmaya http://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=180117 adresinden ulaşabilirsiniz.)
Bu kreşli senaryoda rüşvet, yolsuzluk yok vb. ama benim bahsettiğim durumla ilginç bir ortak mesaj var: Bir kural ihlaline karşılık kesilen ceza bedelini artırmak, ihlal oranını her zaman azaltmayabiliyor. Ardında yatan mekanizmalar bambaşka olsa da, sonuçları açısından iki durum benzer. Ayrıca her iki durumda da, iktisatçı olmayanlar için belli bir yönde olacağı apaçık olan ilişkilerin, aslında ne kadar farklı tezahür edebileceği görülüyor. Kısacası, iktisatçılar tarafından mercek altına alındıklarında, toplumsal olaylar bambaşka gözükebiliyor.
Dolayısıyla Ceyhun'a da bu deneye dikkatimi çektiği için teşekkür ediyorum. Esasen, bu köşede kesilen ahkamlar konusunda bildirdiğiniz tüm görüşler benim için düşündürücü, eğlendirici, öğretici oluyor. Hepsini ele alamasam da, görüş, eleştiri, tavsiye bildiren e-postaları mutlaka okuyorum ve fırsat çıktığında değerlendirmek üzere arşivliyorum. Mesela çok değerli dostum ve meslektaşım Aykut Kibritçioğlu'nun "gelişmişlik kriterleri ve mutluluk ölçümleri" üzerine bir takım haberlere dikkatimi çeken e-postasındaki bağlantılara gidip okuduklarımı da ilerleyen sayılarda kullanmayı düşünüyorum. Üslup konusunda da, eğlenceli bulduklarını, severek okuduklarını vs. söyleyen bir çok okurdan olumlu geri-bildirim aldım. Sağ olsunlar. Yalnız yazıların uzun olduğu yönünde de görüşler oldu. Bu uzunlukta yazmak, benim için de zor ve planladığımdan daha fazla zamanımı alıyor. Bundan sonraki sayılara daha az başlığa değinen, daha kısa yazılar verme fikrini değerlendiriyorum. Böylece yazılarımı biraz daha erken göndermem mümkün olacak. "Sayıyı bağlamak, sayfa numaralarını belirlemek için bir tek sizin yazınızı bekliyorum; hiç değilse bu sayıda kaç sayfa yazacağınızı bildirseniz hocam" diye yazarak gösterdiği nezaket ve peygamber sabrı dolayısıyla bir kez daha takdirimi kazanan Meryem (Kocabay) ve teknik ekibe de daha fazla eziyet etmemiş olacağım. Bakalım.
Bilmece bildirmece
Pek çok okulun tatilde olduğu şu günlerde, ben de ortak akıl sorusunu sormayayım diyordum ama aklıma da takıldı. Yukarıdaki kreş deneyinde, çocukları almaya geç gitmek bir tür Giffen malı mıdır? Yani eğer ceza fiyat gibi rol oynuyorsa, fiyat arttıkça talep artıyor gibi bir durum var sanki ortada. Ama tam öyle de değil. Ortak akıl sorusu demeyelim de, bilmece diyelim buna isterseniz: Deneye konu olan gecikmeler için "Giffen malı" gibidir denebilir mi? Neden? Kısaca yazın. Süreniz başladı.
Bu yazı İktisat ve Toplum Dergisi'nin Şubat 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024
Güven Sak, Dr.
19/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
16/11/2024