TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Dünkü yazıda, son tutsat krizinde ortaya çıkan likidite sıkışıklığı sırasında dünyanın önde gelen merkez bankalarının sergilediği tavır ile bizim Merkez Bankası'nın (MB) 2000-2001 krizi sırasındaki tavrı arasındaki farklılığın nedenlerini sorgulamaya başlamıştım. Farklılık şu: Son günlerde büyük merkez bankalarının sisteme önemli miktarda likidite verdiklerine şahit olduk. Oysa MB bizim krizimiz sırasında aynı tavrı sergilememişti. MB'nin o dönemdeki bu tavrının arkasında muhtemelen iki neden bulunduğunu sanıyorum.
Birincisine dün değindim: Kriz öncesinde mali sektörde genel bir risk birikimi vardı. Bazı bankaların riskleri kabul edilebilir düzeydeyken, bazıları yoğun bir tedaviye ihtiyaç gösteriyorlardı. Bazıları ise, sonraki olayların da gösterdiği gibi zaten bitkisel hayattaydılar.
İdeal olan, mali sistemden çürükler ayıklanır ve tedavi edilebilecekler tedavi edilirken, merkez bankalarının da süreci kolaylaştırıcı şekilde hareket etmeleridir. Çürük ayıklama işlemine girişilmiyorsa ya da ufukta böyle bir sürecin başlayacağına dair emareler yoksa merkez bankalarının işi çok zorlaşır. Tam bir 'ölümlerden ölüm beğen' durumu ortaya çıkar.
2001 krizinin öncesindeki aylara döndüğümüzde, mali sistemi sağlığına kavuşturmak için gereken radikal adımların atıldığını söylemek çok zor. Bu önlemler ancak kriz patlak verdikten sonra alındı ve maliyeti de çok yüksek oldu.
Tavır farklılığının arkasındaki ikinci muhtemel ana neden ise uygulanan kur rejimiyle ilgili. Yasal olarak hangi kur rejimini uygulanacağına karar veren hükümet. MB'nin görüşünü alarak yapıyor bunu, ama son karar onun. O dönemde artış hızı önceden belirlenmiş bir döviz kuru rejimi söz konusuydu. Hangi gün kurun ne olacağı önceden saptanmış ve kamuoyuna açıklanmıştı.
Bu kur rejiminin uygulanmasından vazgeçildiğini hükümet açıklamadıkça, kur politikasını uygulamaktan sorumlu olan MB'nin bu rejimi korumaya çalışması gerekirdi. Aksi takdirde görevini kötüye kullanmış olurdu MB. Oysa o dönemde ne devalüasyona gidilip tekrar artış hızı sabit bir kur rejimi uygulanmaya çalışıldı, ne de kur dalgalanmaya bırakıldı.
Öte yandan, artış hızı önceden belirlenmiş bir kur rejiminin ya da sabit kur sisteminin yaşayabilmesi onla uyumlu bir para politikası ile mümkün olur. Mali sistemde sıkıntıların giderek arttığı bir ortam, risk algılamasının da giderek arttığı bir ortamdır. Yani, döviz talebinin had safhaya ulaştığı bir durumdan söz ediyoruz.
Devalüasyon gerektiren böyle bir ortamda, piyasaya verilecek likiditenin nerdeyse tümüyle döviz talebi olarak MB'ye geri dönmesi beklenirdi. Ama kur rejimi değişikliğine gidilmemişti. Bu durumda talep edilen dövizi vereceksiniz ki, kur rejimi çökmesin. Diğer bir deyişle, bir pencerenizden verdiğiniz yerli parayı öbür pencerenizden geri alıp yerine döviz vereceksiniz. Rezervler sınırlı, sonunda birkaç gün içinde sistem yine çökecek.
Bu tavrı ABD Merkez Bankası'nın tavrıyla karşılaştırırken, bir de bu bankanın tüm dünyada talep edilen parayı (doları) bastığını unutmamak gerekiyor. Bir tarafta kendi bastığı parayı sisteme enjekte ettikten saniye sonra geri alıp yerine başkasının bastığı parayı vermek zorunda olan bir banka, diğer tarafta da talep edilen paradan istediği kadar basabilecek bir banka.
Sanıyorum o zamanki MB tavrının arkasındaki ikinci temel neden buydu.
Bu köşe yazısı 27.08.2007 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
26/11/2024
Burcu Aydın, Dr.
23/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
22/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
20/11/2024