TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Türkiye ekonomisinin dinamikleri üzerinde düşünmeye başlamıştık. İlk önce, geçen hafta, düşük tasarruf oranı meselesine değindik. Orada yapılması gereken güçlü bir mali kural ve de onun güvenilirliğini garanti altına alacak bir izleme mekanizmasıydı. Bu hafta konumuz ise ekonomimizin bir başka meselesi olsun istedim. Sizce Türkiye'nin büyük bir ekonomi olması, burada büyüme sürecinin yeniliklere ve icatlara dayalı olması ihtimalini olumsuz etkiler mi? El cevap: Etkiler. Ya da daha temkinli ifade etmek gerekirse etkileyebilir. Gelin bir bakalım. Ortadaki problemi görelim. Önce isterseniz ne demek istediğimi daha açıklıkla ifade edeyim. Çin'in yükselişinin bize ve herhalde pek çok ülkeye daha şöyle bir mesaj vermiş olması gerekir: "İşçilik maliyetlerini düşük tutarak ayakta kalmakta olduğumuz sektörlerde işimiz zordur." İş neden zordur? Birincisi, işçilik maliyetlerini, bugün için, Çin'den daha düşük tutabilmek mümkün değildir. Hayali bile söz konusu değildir. İkincisi, orada önümüzdeki on yıl süresince her yıl sanayi işçisi haline gelebilecek yaklaşık otuz milyon kişi varken, ucuz işgücü maliyetlerine dayalı rekabete kalkışmak sürdürülebilir değildir. Böyle bakıldığında, çıkarılması gereken sonuç açıktır: Türkiye benzeri ülkelerin rekabet güçlerini koruyabilmek için işgücü kalitesini artırmaları ve değer zincirinde birkaç aşama yukarıya çıkarak, kendilerine farklı bir faaliyet alanı oluşturmaları gerekmektedir. Mevcut işini sürdüremeyecek olanın kendine bir yeni iş alanı tanımlamasında fayda vardır. Burada insanın aklına gelen, aynı iş kolunda, verimliliği artıracak yenilikler olabilir. Örneğin, bilgisayar teknolojisinin iş süreçlerinde kullanıma sokulması her sektörde etkinlik kazançlarına yol açmıştır. Bu durumda, Çin'le rekabet etmek isteyenin, kendi iş yapma biçimini değiştirmesi, daha kaliteli bir işgücüne sahip olmanın öneminin farkına varması, hangi sektörde faaliyet gösteriyorsa, o alanda yeni teknolojiler geliştirmeye ağırlık vermesi gerekmektedir. Evvelki hafta İsrail'de kurulu bir şirket, derin yaraları, dikişsiz, ipliksiz "dikebilmeye" imkân sağlayan bir cihazı tanıtıyordu mesela. Eskinin "Uzay Yolu" dizilerinde Doktor McCoy öyle yapardı. Yaşı elliye yaklaşanlar bilir. Şimdi adamlar yapıyorlar işte. Dolayısıyla ya iş sürecinizde teknoloji ile birlikte bir yenilik yapacaksınız ya da bir icat çıkaracaksınız. Yeniliklere dayalı yaratıcı yıkım sürecinin piri Joseph Schumpeter'dır. "Kapitalizm Yaşamını Sürdürebilir mi?" başlıklı kitabında, mealen, "Ben kapitalizmin yerini aynı Marx'ın söylediği gibi sosyalizme bırakacağına inanıyorum ama..." diyerek yaratıcı yıkım sürecini yeniden anlatır. Her yenilik yapan, icat çıkaran, kendisinden öncekileri alt eder ve bir sonraki icatçının kendisini piyasanın dışına atmasını bekler. Piyasa böyle işler. Serbest piyasanın erdemi budur. Öyle "mükemmel işleyen piyasalar" ve "malumatın anında fiyatlar aracılığıyla sistemin içinde dağılması" filan da yoktur. Ne vardır? Stiglitz'in 1980'den beri bağıra bağıra anlatmaya çalıştığı gibi "piyasalar, malumat asimetrisi ile maluldür". Malul piyasanın etkinliği filan da olmaz. Orada esasen kamu düzenlemesi olur. Nedir yaratıcı yıkım sürecinin ya da yeniliklere dayalı büyümenin temel problemi? Yenilik yapabilmek demek, yarınki üretim artışı için bugünkü üretimden fedakârlık yapmak demektir. Araştırma ve geliştirme yapmak kaynak ister. Hem de sonucu belli olmayan bir macerada yürümeyi gerektirir. Burada değişim öyle kendi başına olmaz. İhtiyaç ne kadar büyük ve anlık ise bu sistemin yeniliklere yönelik arayışı o kadar büyük olur. Şimdi Türkiye açısından bakıldığında, televizyon, buzdolabı ve otomobiller için kocaman bir pazarı olan bir büyük ekonomiden bahsediyoruz. Bu pazarın bugünlerde şirketler kesimine kendiliğinden, "Yenilik yapın, yenilik yapın, yoksa yok olursunuz" demesini beklememek gerekmektedir. Ortadaki ikilemin farkında olmak gerekir. Bir yandan, birisi çıkıp yenilik yapsa ve bu yenilik tutsa, arkadan hemen taklitleri de piyasaya gireceği için kârın tamamı yeniliği yapan kişiye kalmaz. (Televizyonlardaki UFO reklamlarını izliyor musunuz efendim?) Öte yandan, yenilik tutmazsa, edilen zararın tamamı yenilikçi tarafından üstlenilir. Türkiye'de bu ikilemin sonucu, potansiyel yenilikçiler de toplum için optimal olandan daha az yenilik yaparlar. Hal böyle olunca "yaratıcı yıkım süreci" ille de zamanında işlemez. Kapitalizm belki de onun için krizlerle doludur. Bir halden diğerine şöyle yağdan kıl çeker gibi bir türlü geçilemez, bol miktarda acı olmadan değişim olmaz. Adı üstünde "yıkım" zaten. Ben bugünlerde İsrail'in son yirmi yılda nasıl yeniliklere dayalı bir büyüme süreci sergileyebildiğini ve bu kadar kapsamlı bir iktisadi dönüşümü gerçekleştirdiğini anlamaya çalışıyorum. Orada öyle "büyük bir ekonomi" yok. Bu bir avantaj galiba. Büyük ekonomi demek, ne satarsan gider demek esasen. Böyle bir ekonomide değişim için dışarıdan kamu müdahalesi önem taşıyor. Bir yandan ekonomiyi dış rekabete ardına kadar açacaksınız. Bu ilk aşama, sonraysa sektör bazında bakarak, her birinde ne yapacağınızı kararlaştıracaksınız. Her reformun gerektirdiği gibi, öncelikle "bir avuç kahraman" gerekiyor bu işler için. Bugünlük şöyle bitirelim: Kapsamlı bir iktisat politikası çerçevesi olmadan, Türkiye'nin bölgesinde yıldız olabilmesi mümkün değildir. Sürdürülebilir hiç değildir. İkinci seçimden üçüncüye geçeceğiz hâlâ büyüme stratejimiz yoktur. İktisat politikası olmayanın dış politikası da olmaz. Olamaz.
Bu yazı 02.02.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayınlanmıştır.