TEPAV web sitesinde yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. TEPAV'ın resmi görüşü değildir.
© TEPAV, aksi belirtilmedikçe her hakkı saklıdır.
Söğütözü Cad. No:43 TOBB-ETÜ Yerleşkesi 2. Kısım 06560 Söğütözü-Ankara
Telefon: +90 312 292 5500Fax: +90 312 292 5555
tepav@tepav.org.tr / tepav.org.trTEPAV veriye dayalı analiz yaparak politika tasarım sürecine katkı sağlayan, akademik etik ve kaliteden ödün vermeyen, kar amacı gütmeyen, partizan olmayan bir araştırma kuruluşudur.
Standart uyumsuzluğunun sonuçları
kişiler için can sıkıcı olmaktan, ülkeler için ciddi ekonomik maliyetlere uzanan geniş bir önem aralığında değişebilir. Alt-sınırdan bir örnekle başlayıp, kendi can sıkıcı deneyimimi paylaşayım sizinle. ABD’de doktora yaptığım yıllarda, üyesi olduğum Türk öğrenci derneğinin en yoğun mesaisi, Kasım ayındaki 2 günlük “Birleşmiş Milletler Festivali”nde gerçekleştirilen ve derneğin yıllık bütçesindeki en büyük gelir ve gider kalemlerini de kapsayan faaliyetlere harcanıyordu. Bu köşede daha önce de yazdığım gibi, en büyük gider kalemi festivalde gösteri yapan folklor grubuna eşlik edecek zurnacının masrafları;[1] en büyük gelir kalemi ise, festivalde kurulan yiyecek standında satılan dönerdi. Benim de organizasyon komitesinde olduğum sene, festivalde satmak üzere bir Yunan lokantasından tedarik ettiğimiz 20-25 kiloluk donmuş döneri, derneğin demirbaşı olan döner makinesine takmaya kalkınca kötü bir sürprizle karşılaştık. Vaktiyle Türkiye’den getirilmiş olan makinenin eti döndürmeye yarayan mili, bir ucu sivri bir boru olarak tasarlanmıştı. Yunan asıllı Amerikalı tedarikçimizin etin ortasında bıraktığı boşluk ise, kendilerinin kullandığı kılıç şeklindeki mile uygun ince bir yarıktı.
Türk standardı sivri uçlu boruyu, buz tutmuş et bloğunun ortasındaki Yunan/Amerikan standardı ince yarıktan geçirmek mümkün olmayınca, dönerci ustalığını da üstlenen Adanalı üyemiz Gürhan’ın balyozla çakma önerisine sarıldık çaresizce. Kafasında aşçı şapkası ve elinde her nasılsa bir yerlerden bulunan balyozla, bir sandalyenin üstüne çıkan Gürhan, mil standartları arasındaki uyumsuzluğu balyoz marifetiyle giderdi. Bizim makinenin silindirik milini, bir arkadaşın kollarıyla sarılarak yerde sabitlemeye çalıştığı donmuş et bloğuna çakmak suretiyle gerçekleşen bu gürültülü standart harmonizasyonu süreci, her milletten festival ziyaretçilerinin bizim standın etrafında toplanmasına yol açtı. Neyse ki, benim halk sağlığı ve gıda güvenliği konusunda çok sayıda yerel ve Federal kuralı ihlal gerekçesiyle yiyeceğimiz büyük cezanın habercisi olarak gördüğüm bu kalabalık, olanları bir tür ritüel ya da yemek töreni zannetti. Her balyoz darbesine destek tezahüratlarıyla eşlik etmekle kalmayıp, son balyoz darbesinin ardından da dönerin tadına bakmak için kuyruk oldular. Sonuçta, bu işten yırtmakla kalmadık; mucizevî biçimde, dernek tarihinin en hızlı döner satışını da gerçekleştirmiş olduk.
Bu örnekteki mutlu sona rağmen, standart uyumsuzlukları genelde ciddi ekonomik sonuçlar doğuruyor. Dahası, bunların yol açtığı yüklü maliyetten kaçınmak için bir balyozdan fazlası gerekiyor. Standartlar konusu gerçekten önemli ve ilginç. Giderek daha fazla mal ve hizmet, materyal ve süreç için ulusal ve uluslararası standartlar belirleniyor ve bunların ilgili standartlara uygunluğu ulusal ve/veya uluslararası kuruluşlar tarafından onaylanıyor. Standartların varlığı, söz konusu mal, hizmet ve materyallerin nasıl üretileceği, hangi özelliklere sahip olacağı ya da anılan süreçlerin nasıl işleyeceği, hangi aşamaları kapsayacağı vb hususların ayrıntılı kurallara bağlanıp, kayda geçirildiği anlamına geliyor. Böylelikle bunların nerelerde, başka hangi ürün, materyal ya da süreçlerle uyum içinde kullanılabileceği de belirlenmiş olduğundan, standartların ekonomik önemi büyük. Bu yazıda neden böyle olduğunu anlatayım biraz diyorum. Aslında bu konu TSE Başkanı Hulusi Şentürk‘ün, birkaç ay önce aralarında benim de olduğum davetli akademisyenler ve basın mensuplarından oluşan bir gruba yaptığı ilginç ve bilgilendirici sunumu dinlediğimden beri aklımdaydı ama daha önce yazma fırsatım olmadı maalesef.[2]
Standartların önemi kısaca, kıt kaynakların daha etkin kullanılmasını sağlamalarından kaynaklanıyor. Buna paralel olarak, standartların yaygınlaşmasının
Ekonomik büyümeye katkı
yapması şaşırtıcı değil. Yine de TSE Başkanı Şentürk‘ün sunuşunda da değindiği rakamlar beni şaşırttı. Örneğin, üretimin standartlara uygun yapılmasının, Almanya’nın 1960-1996 döneminde gözlenen GSYİH büyüme ortalamasına yılda yaklaşık bir puan gibi yüksek bir katkı yaptığı tahmin edilmiş (Tablo 1).
Tablo 1. Standardizasyonun Değişik Ülkelerde Ekonomik Büyümeye Katkısı
Ülke |
Yıllık Ortalama Büyüme Oranı (%) |
Standartların Büyüme Oranına Katkısı (%) |
Tahmin Dönemi |
Analizi Yapan Kuruluş |
Almanya |
3,3 |
0,9 |
1960-1996 |
DIN (2000) |
Avustralya |
3,6 |
0,8 |
1962-2003 |
Standards Australia (2006) |
Fransa |
3,4 |
0,8 |
1950-2007 |
AFNOR (2009) |
İngiltere |
2,5 |
0,3 |
1948-2002 |
DTI (2005) |
Kanada |
2,7 |
0,2 |
1981-2004 |
Standards Council of Canada (2007) |
Kaynak: Blind, Jungmittag ve Mangelsdorf (2011). The Economic Benefits of Standardization, DIN.
Tablo 1’de yer alan rakamlar büyüme muhasebesi çerçevesinde yapılan tahminlerden elde edilmiş. Regresyonlara ilişkin kmi yöntemsel sıkıntılar olsa da,[3] standartların bir ülkenin uzun dönemli büyüme performansına ciddi katkı yaptığı açık. Standartların gerçek katkısı tablonun üçüncü sütundaki oranların yarısı mertebesinde bile olsa, milyarlarca dolarlık bir katkıdan söz ediyoruz.
Peki standartların ekonomik büyümeye yaptığı katkı hangi kanallardan gerçekleşiyor? Söylediğim gibi
Büyümeye katkının kaynağı
standartların, kaynakların daha etkin kullanılmasını sağlaması. Bu da en az iki yolla gerçekleşiyor. Standartlar öncelikle, araştırma-geliştirme faaliyetleri sonucunda üretilen yeni bilgi ve teknolojilerin duyulmasına ve paylaşılmasına katkı yapıyor; böylece de Ar-Ge ve inovasyonun büyümeye ivme kazandıran etkilerini güçlendiriyorlar. Gerçekten de standartlar genellikle, çok sayıda üretici/sağlayıcı firma sektör temsilcisi vd. paydaşın dâhil olduğu ve katkıda bulunduğu bir süreç sonunda belirleniyor. Oluşturulmalarını takiben de kullanıcıların farkındalığının artmasını sağlayarak yeni bilgi ve teknolojilere erişimi kolaylaştırıyorlar. Patentlerden farklı olarak, standartlara ilişkin dokümanlar herhangi bir ürün ya da hizmetin üretiminde kullanılan en son teknolojileri kullanıcılar açısından kolayca erişilebilir kılıyor ve teknolojik bilginin, engellenmeksizin yayılmasına yardım ediyorlar. Bu yönüyle standartlar, aynı işi yapmak isteyenleri, Amerika’yı her seferinde yeniden keşfetme zorunluluğundan kurtaran araçlar bir bakıma. Bu nedenle standartların, herhangi bir ürünün mevcut pazar ya da hedef kitlenin ihtiyaçlarına en iyi uyacak biçimde tasarlanması ve buna uygun maliyetlerle, israfa yol açmaksızın üretilmesini sağlamada önemli bir yol gösterici rolü var.
Standartların büyümeye katkısının ikinci ve bence daha da önemli olan kanalı, üretim ölçeğinin artmasına ve bu yolla birim maliyetlerin düşmesine imkân tanımaları. Üretim ölçeğinin büyümesinin daha etkin (düşük maliyetli) üretimi mümkün kıldığı, giriş düzeyinde iktisat dersi alanların bile bildiği bir şey. Herkes böyle olduğunu bildiği halde, standartsız üretim faaliyetleri devam ediyor; o ayrı. Mesela beni “böyle bir akılsızlıkta, nasıl olur da bu kadar uzun süre ısrar edilir” diye merak ettiren bir konu var. İnsanlarımızın büyük çoğunluğunun içinde yaşadığı, yapsatçılar tarafından yapılan apartman dairelerindeki pencere boyutları büyük ölçüde rastgele ve sadece o binaya özgü biçimde belirleniyor. Her bina için doğramaların tek tek ölçü alınarak yapılmasını gerektiren bu gelenek, seri olarak çok sayıda üretilen pencere doğramalarının kullanılmasını ve bunun yaratacağı ölçek (maliyet) avantajlarından faydalanmayı imkânsız kılıyor; bu bir. Standart ölçülerde metalden yapılma, farklı inşaatlarda defalarca kullanılabilecek nitelikteki beton kalıplarının kullanımını ve bunun getirdiği etkinlikten (maliyet avantajı) yararlanmayı engelliyor; bu iki. Bunun yerine, betonlanacak abuk subuk boyutlardaki yüzeyler için, abuk subuk boyutlarda tahta kalıplar kesiliyor ve bunlar, hem boyutlarının standart-dışı olması hem de, donarken üzerlerine yapışan beton parçaları yüzünden başka yerde kullanılamadığı için çatıya çakılıyor. Ağaç katliamını teşvik eden çevre-karşıtlığı boyutu bir yana, aslında çatıda kullanılmak için bile ideal materyal değil bu betonlu tahtalar. Son olarak, fabrikasyon perde üreten bir sektör oluşamadığı için, bir apartmandan diğerine taşınan insanlar, her seferinde yeniden ölçü aldırıp perde diktiriyor. Zaman ve parasal maliyetinin yanı sıra, yeni perde dikilene kadar günlerce çarşaf, gazete vs ile örtülmeye çalışılan pencerelerin verdiği rahatsızlık da cabası; bu da üç. Bu maliyetlerin karşısında, standart dışı, kafaya göre boyutlarda pencere yapmanın avantajı var mı? Ben göremiyorum, gören varsa söylesin diyeceğim ama bunun sadece ekonomik değil, bir türlü kentlileşememeyi de kapsayan sosyokültürel boyutları; kendini standardizasyonun yaygınlaşamaması ve yetersizliğinde de gösteren kültürel, kurumsal temelleri olduğunun da farkındayım.[4]
Standardizasyonun potansiyeli, sadece yukarıdaki inşaat/pencere doğraması/perde örneğinde olduğu gibi yerel piyasada yapılan üretimin ölçeğini büyütmeye katkı ile sınırlı değil. Yepyeni pazarlara açılmayı, çok daha geniş kitleler için üretim yapmayı da imkânsız olmaktan çıkartıyor. Eğer sadece köyünüzdeki, kasabanızdaki muhtemel alıcılara yönelik üretim yapıyorsanız, fazla rakibiniz de yoksa ürününüzün özelliklerini, boyutlarını vs (kısaca standartlarını diyelim) kendi kafanıza göre belirleyebilirsiniz kuşkusuz. Ama bunu başka kentlerdeki hatta ülkelerdeki daha büyük ve muhtemelen rekabetin daha yoğun olduğu pazarlara ulaştıracaksanız, o ürün için büyük ihtimalle zaten belirlenmiş olan standartlara uygun üretim yapmak zorundasınız. Bir başka deyişle hedefiniz, Sakarya caddesi ve civarındaki piknik büfelerinden gelen sipariş üzerine üreteceğiniz 10-15 döner makinesini üretip satmaksa, etin etrafında döneceği milin silindir yahut kare prizma şeklinde olmasının önemi yoktur. Yeter ki, o piknik büfenin tedarikçisinin, etin ortasında bıraktığı boşluk sizin milinizle uyumlu olsun. Alternatif olarak dünyanın başka yerlerindeki standardın, kılıç gibi yassı miller olduğunu biliyor ve ürettiğiniz makineleri oralara da satmak, bunu yaparken de ürettiğiniz makine sayısını artırmak, dolayısıyla birim maliyetlerinizi düşürerek rekabet gücünüzü şahlandırmak istiyorsanız, o zaman yassı mil standardına geçmenin zamanı gelmiş demektir. (Bu arada, donmuş bir döner eti bloğu içinde silindir şeklinde bırakılan boşluğa yassı mili sokmak nispeten kolayken, yassı bir boşluğa silindirik mil sokmanın o kadar kolay olmadığına da dikkatinizi çekerim.)
Tersten gidersek: Sektörünüzdeki standartları öğrenmemekte, bunlara uymamakta direnirseniz, hedef pazarınızı dolayısıyla üretim ölçeğinizi kısıtlamış olursunuz. Pazarınızın zaten yeterince büyük olduğunu düşünüyorsanız buna aldırış etmeyebilirsiniz ama bu genellikle hata olur. Bakın bir zamanlar Japonya’da, sol kolu güneşte sağ kolundan daha fazla yanmış olanlara mafya (Yakuza) üyesi gözüyle bakılır denirdi. Japonya’da trafik soldan işlediği ve direksiyonlar sağda olduğu halde, 8 silindirli, soldan direksiyonlu kocaman Amerikan arabaları kullanmayı tercih eden Yakuza üyelerinin, bu arabaların sol penceresinden çıkardıkları için güneşte daha fazla yanan sol kollarıyla kolayca fark edildiği anlatılırdı. Amerikan otomobil üreticileri, dünyanın en büyük pazarının kendi ülkeleri olmasının ve bu pazarı paylaşmak zorunda kalabilecekleri ciddi rakiplerle karşılaşmamanın verdiği rehavetle, çok uzun süre dünyanın geri kalanındaki standartların ne olduğunu merak bile etmediler. Japon otomobil üreticileri ise, kendi ulusal standartlarından çok farklı standartları olan Amerikan piyasasına uygun modeller üretme işini ciddiye aldılar. Bu sayede de Amerikan pazarına bir girdiler, pir girdiler. Amerikan otomotiv devleri durumun vahametini anladıklarında iş işten geçmişti. 1980’lerden itibaren kendi ulusal pazarlarındaki paylarını bile Japonlara kaptıran Amerikan otomotivciler, rekabetiyle baş edemedikleri Japon otomobillerinin ithaline kısıt getirilmesi yönünde patetik lobi faaliyetleri içine bile girdiler. Konuyu şöyle özetleyeyim isterseniz. Hani şu kopyaları dükkanların, işyerlerinin falan duvarlarını süsleyen klasik “veresiye satan, peşin satan” tablosu vardır ya. Onu düşünün. Sol taraftaki müflis tüccar resmi üstündeki “veresiye satan” ibaresinin yerine “rakiplerin ulusal piyasalarının standartlarını umursamayan Amerikan otomotiv üreticisi” ibaresini getirin. Sağ tarafta kasadan taşan paraların önünde oturan koca göbekli tüccarın gözlerini de çekik hale getirin ve üstteki “peşin satan” ibaresini de “rakiplerin ulusal piyasalarını onların standartlarına göre ürettiği otomobillerle ele geçiren Japon üreticisi” ibaresiyle değiştirin. Tarif ettiğim bu tabloyu gözünüzün önüne getirirseniz ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Esasen çağımızda, sadece bir ülke pazarından pay almak için o ülke standartlarına uygun üretim yapmak da yetmiyor çoğu zaman. Ürettiğiniz ürünün cinsine göre, ara girdileri ya da yedek parçalarını başka tedarikçilerden temin edebilmek de, o girdi ve parçaların uyumluluğunu garanti etmek açısından, standartlara uygun üretim yapmayı zorunlu kılıyor. Hele hele giderek küreselleşen tedarik zincirlerine kıyısından köşesinden entegre olmak gibi bir niyetiniz varsa, ilgili standartlara harfiyen uymak zorundasınız demektir. İktisat ve Toplum‘da iki yıl önce (No. 13, Kasım 2011) yayınlanan “Çin işi, Japon işi” başlıklı yazımda da kullandığım şu haritada gösterilen tedarik zincirinin kurulmasının ilk ve en olmazsa olmaz koşulunun tüm tedarikçilerin ortak ve uyumlu bir standartlar setine uyması olduğunu hatırlatmama gerek bile yok belki.
Şekil 1. (Sözüm ona) Tayland malı bilgisayar sabit disklerinin parça tedarik zinciri
Hülasa, standartları bilip uygulayan firmaların daha büyük pazarlardaki talebi karşılamak üzere, daha büyük ölçekte üretim yapması mümkün hale geliyor. Bu da kaynakların daha etkin kullanılmasını, daha düşük birim maliyetlerle üretim yapılmasını sağlıyor. Bir ülkede ne kadar çok firma (ulusal ya da uluslararası) standartlara uygun üretim yaparsa, aynı miktarda kaynakla daha fazla üretim yapmak o kadar kolaylaşıyor ve büyüme ivme kazanıyor. Standartlara aldırmayan üreticilerin ise bırakın büyümeyi hayatta kalma şansları bile hızla yok oluyor.
Bu yazı İktisat ve Toplum dergisinin Ekim 2013 sayısında (No. 36; http://bit.ly/NdPB1T) yayımlanmıştır.
[1] “Özel soyunma odasına tropik meyve isteyen zurnacı” başlıklı yazım. İktisat ve Toplum, No. 19-20 (Mayıs-Haziran 2012).
[2] İktisat ve Toplum’un vizyoner editörü, sabırlı yayıncı, örnek insan Ömer Faruk Çolak’ın güncelden kopmama konusundaki hassasiyetini bildiğim halde, bu konuyu toplantının üzerinden aylar geçtikten sonra yazabildim ne yazık ki. Ama en azından, daha önce yazdım da, bu konuya değinmedim gibi bir durum olmadı. Zamansızlıktan zaten yaz boyunca “Ahkâm Keseri”ne ara vermek zorunda kalmıştım zaten. Bu vesileyle, meraklanıp ısrarla soran okuyuculara da cevap vermiş olayım: Okuyucuların derinden hissettiği yokluğum, kendi zaman kısıtlarımdan kaynaklanan geçici bir araydı.
[3] İlgili ülkelerde standartlaşmanın mertebesini ölçmede, ulusal standart kuruluşunca kabul edilen mal, hizmet, materyal ve süreç standardı sayılarının kullanılması çok iyi bir yöntem değil. Bunun en önemli sakıncası, söz gelimi enerji santrallerinde kullanılan çeşitli türbinlerin özelliklerine ilişkin ulusal standartlar ile, mesela grafik sembollerle ya da matbaa fontlarıyla ilgili ulusal standartların, büyümeye katkı potansiyel açısından aynı ağırlığa sahip olduğunu ima etmesi kuşkusuz. Ancak daha iyi bir alternatif bulmanın da çok zor olduğunu vurgulayayım.
[4] İktisat ve Toplum’da daha önce (No. 21-22; Temmuz-Ağustos 2012) çıkan “Ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyi ve pencere-balkon göstergesi” başlıklı Gösterge Tuhafiye’de Türk halkının standart dışı pencerelere düşkünlüğü ve bunun Türkiye’deki sosyoekonomik gelişmişlik ve kurumsal yapı hakkındaki imalarına da değinmiştim zaten.
Güven Sak, Dr.
03/12/2024
M. Coşkun Cangöz, Dr.
02/12/2024
Burcu Aydın, Dr.
30/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
29/11/2024
Fatih Özatay, Dr.
27/11/2024